Ne Mısır'ı ne Suriye'yi tartışıyoruz.
Ne Nobel ödüllü cuntacıları ne seçilmiş ilk cumhurbaşkanının indirilişini konuşuyoruz.
Dış politikanın doğrudan iç politik kamplaşmasının öznesi haline gelmesi Cumhuriyet tarihi boyunca ender görülen bir durum. Bu zamana kadar uluslararası sistem içinde uyumlu ve de uysal bir rol oynamaya razı bir dış politika anlayışı vardı. Dünyadaki gelişmeler çok fazlasıyla tartışma yapılan meseleler değildi; hele hele iç politika mevzuu olması çok nadir rastlanan bir durumdu.
Kıbrıs meselesi 'milli bir dava'ya dönüştüğü için Türkiye'nin oraya neden müdahil olduğunu sorgulamak kimsenin aklına bile gelemezdi. Kore gibi ne coğrafi ne kültürel anlamda bu topraklarla bir bağı olmayan bölgede savaşa dahil edilmemiz bile milli dava olduğu gerekçesiyle geçiştirilecekti.
Bunca ilgisizliğe rağmen ilkokul kitaplarından resmi devlet dairelerine kadar her yerde neden en çok 'yurtta sulh, cihanda sulh' sözü tekrarlanırdı? Türkiye'nin kabuğuna çekilmesi ve kendine biçilen içe kıvrık dış politikayı kabul etmesi; dahası dış politikanın devlet katında bir akla havale edildiği bir anlayış elverişli geliyordu belki de.
İçe kıvrık dış politikanın iki temel özelliği vardı: Bu meseleler halka sorulamayacak kadar ciddi devlet meselesiydi. Dolayısıyla alınan büyük kararların hiç biri bırakın kamuoyunda tartışılmayı, mecliste bile tartışılmadan, çoğu bakanlar kurulu üyelerinin haberi olmadan alınmıştır.
İkincisi, Türkiye tartışmasız biçimde Osmanlı bakiyesi siyasi yapılanmalarla ilgilenmeyecek, ittifaklara girmeyecek, mümkün olan en düşük düzeyde bir ilişkiyle iktifa edecek. Bu durum Osmanlı'yla birlikte, yenilen imparatorlukların kendi hinterlandına, mirasına sahip çıkıp etki alanını tekrar kurarken Osmanlı mirasının bir şekilde sürdürülebilmesine imkan tanıyacak her türlü ilişkinin önü kesilmesi anlamına geliyordu. Bu yeni statüko salt Lozan dayatması ile açıklanamayacak kadar derinde bir zihniyeti, ekonomik ve siyasal yapıyı gerekli kıldı.
Mısır'da gerçekleşen darbenin aniden iç politika konusu haline gelmesi, dış politikanın seçkinler nezdinde tartışılan azade bir konu olmaktan çıkıp aynı zamanda bir iç politika sorunu haline geldiğini gösterir. Irak işgali sürecinde yaşanan tartışma/kamplaşma ile benzerlik gösterse de tartışmanın dinamikleri açısında yeni bir durum. Irak işgali sürecindeki tezkere tartışmaları doğrudan dış bir gücün, hem de rakipsiz görünen bir küresel gücün, dayatmasına karşı, bir yönüyle ulusal denilebilecek bir tepki etrafında oluşan bir kamplaşmayı doğurmuştu.
Mısır etrafında yürütülen tartışmalar ilk seçilmiş cumhurbaşkanının darbeyle devrilmesi meselesini çoktan aşarak iç politikadaki pozisyona göre Mısır'da saf tutulmasına evrildi. Türk modelinin Ortadoğu'da pazarlanmaya başladığı bir dönemde, bu politikanın en önemli uzantısı sayılan ülkede yaşanan darbenin iç politikaya yansıması kaçınılmazdı.
Ancak yapılan tartışmalar adeta Mısır üzerinden iç siyasette mevzi kazanmaya dönüştü. İhvan'ın tarikat olduğunu savunan derin analizlerin(!) yanı sıra İhvan kurucusunun Hasan Sabbah olduğunu söyleyecek kadar cehalet ötesi bir analizle Türkiye'nin geleneksel dış politikasına dönülmesini, içe kıvrılmasını önerenlerin bile olduğu bir düzey sorunu yaşanıyor.
Mursi'nin düşürülmesine iktidar ya da muhalefet olarak karşı çıkılması ilkesel bir sorun olarak değerlendirilmeli. Nitekim doğal olarak iktidar ve taraftarlarının askeri bir darbeye karşı çıkmalarını, hem dış politika hem siyasal etik anlamında doğrudan eleştiren yok. Ancak Mursi'nin hatalarını öne çıkaran kesimle yahut ikinci darbecilerin dünya görüşleriyle aynı paralelde olmak muhalefet için sıkıntılı bir durum. Siyasetin ilkesiz ve pragmatik konumlanışları içinde paranteze alınmaya müsait bu tavırların ötesinde Arap Baharı ve Mursi'ye yapılan darbe konusunda derin yanılgı göz ardı ediliyor. DEVAMI>>>