Kimilerine göre 28 Şubat diye bir başlangıç yok. Kimileri ise o tarihi İslami dünya görüşüne sahip insanların yaşadığı zulüm açısından bir milat olarak gösteriyor. Eksik tarifler ve beklentiler iki yanlı abartıyı geliştirmeye yol açıyor. 28 Şubat’ta daha önce olmayıp da eklenen fazladan şey neydi, yoksa sadece bardağın taştığı düzeyden mi söz etmeliyiz? Bir çirkinleştirme ve gayrimeşru kılma işlemi zaten vardı, toplum tarafından görece bir kabul görüyordu. Mesela masum-masum olmayan başörtüsü tartışmaları 28 Şubat kurgularında “iffetsiz başörtüsü” telkini ile farklı bir mahiyet edindi.
Fakat aynı dönemin Refahlı belediyelerle gelen kamusal pay açısından da irdelenmesi önemli kanımca. Refahlı belediyeler döneminden önce yasaklı kamusal alanda alternatif kamu arayışı içinde olan kadınlar, yasağı bir “haklar retoriği” ile değerlendirmiyorlardı. Dolayısıyla yasağın etkilediği sonuçları “zulüm” üzerinden okumak yerine bir mücadele veya direnişle ilişkilendiriyorlardı. Belediyeler döneminde ise sistemin kurum ve imkânlarından dışlanmış olan İslami kesimler çeşitli örtük imkânların ve hukuksuzlukların farkına vardılar. Ancak başörtülü kadınlar cemaat çatısı altında olağan hizmetlerinin kamusal alanda kendi cemaatlerine mensup ağabeylerin nezdinde göz ardı edildiği tecrübelerle sarsılmaya devam ettiler.
1990’lardaki gelişmeleri irdelemediğimiz takdirde 28 Şubat’ın niçin sembolik anlam kazanan bir tarih olduğuna cevap vermemiz kolay olmayacak zaten. Aksi takdirde aynı zamanda 1980’lerde yaşanan başörtüsü baskısının daha mı az mağduriyetlere yol açtığı sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Ne var ki biz bir olguyu öncesi ve sonrasıyla okumayı nadiren başarıyoruz. Başörtülü kadınlar 12 Eylül darbe ertesinde silikleşen özgürlük söylemleri arasında en etkili direnişin özneleri. Ne var ki siyaseti de motive eden başörtüsü mücadelesi 90’lı yıllara gelindiğinde kamusal alana görece bir yerleşme şansı elde etmiş İslami dünya görüşüne sahip siyasetçiler açısından yer yer yük gibi algılanmaya başlandı.
Ordu ve medya “irtica” dedikçe, “İslami” medya sayfalarında başörtüsünü silikleştirdi, geri plana itti. Bir genel yayın yönetmeninin, “bu başörtüsü ayağımıza bağ oluyor, çok abartılıyor” dediğini bizzat duydum. Bürokraside yer tutmaya başlayan erkekler eşlerinden başörtülerini açmayı talep ettiler; bir kaymakamla yanında görünmesini istemediği başörtülü eşinin ayrılıklarını konu ettiğim “Basamaklar” öyküsünü kendi dinlediğim bir hikayeden yola çıkarak yazmıştım.
***
Muhasebe yapmayı önemsemeden, kervanı yolda düzene sokma alışkanlığıyla bir medeniyet tazelenmesi yaşayacağımızı umuyoruz. Doğru hatırlamayı bilmediğimiz takdirde bunu nasıl başaracağız? Cevabı alınmamış sorularla 28 Şubat üzerine benzeri konuşmaları yapmayı sürdürüyoruz. Misal, Aczimendiler şimdi nerelerde, kim soruyor?
“28 Şubat” bir zulmün muhasebesinde sembolleşen bir tarih, ancak bu tarihin arka planındaki akış şimdiden bulanıklaşmaya başladı. Mesela Kayseri Belediye Başkanı Prof. Şükrü Karatepe’nin 28 Şubat’a götüren süreçte nasıl da “dans kültürü” baskısına maruz kaldığını hatırlamadığımızda, şimdilerde yaşanan İslami veya partisel sembolleştirmelerle ilgili abartıları da kolaylıkla açıklayamayız.
Çokları artık “Biz” diye başlamıyor söze. Bu değişimi nasıl bir zafer adına bir başarı saymamız gerekiyor? “Biz” bilincinin dağılması, “dava mahcubiyeti” diye adlandırdığım hali de solgun düşürüyor. Bu sorulara yeniden dönmemiz gerektiği açık: Mazlum, ideolojisinden bağımsız değerlendirilmesi gereken bir varlık değil mi… Mazlumiyet sadece bize ait bir hal miymiş...
28 Şubat bir zulüm zirvesi, gelgelelim en mağdur edilmişleri yeterince tanıdığımız söylenebilir mi? Sevgi Engin’in “Bir ırmak gibi” romanına yansıyan işkence ve gönüllü sürgünü de içeren hikayesi üzerine kaç cümle duydunuz bu günlerde? Din uğruna aşkla mücadelenin kişisel zorluklarını elbette mahrem bulan müminler maruz kaldıkları baskıları kısıtlı olarak dillendiriyorlar. Onları nadiren ekranda ve gazete manşetlerinde görürsünüz. Halka hizmet, Hakk’a hizmet değil mi… Bunun bedeli fanilerden nasıl talep edilir? Bir genellemenin tanımlamalarına teslim olmaksızın sessizce –veya kendi bildikleri gibi- hizmet etmeyi sürdürüyorlar.
Bir örnek üzerinden açalım bu genelleme kolaycılığını: “Biz” bilinci 1990’larda, başörtülü kadınların Refahlı belediyelerde rol almaya başlamasıyla birlikte tereddütlü bir dönemi adımlamaya başladı. “Davaya hizmet” alanında kendini kanıtlamış olan “bacılar”, belediyelerde bir dönemde göreve çağrılsalar da, kısa bir süre sonra biraz da medyanın etkisiyle “muhafazakar” belediyeler tarafından devreden çıkartıldı ya da geri plana itildiler. Sadece belediyelerde değil, medyada, çeşitli vakıflarda ve sivil toplum kuruluşlarında da benzeri bir geri plana itme işlemine tabi tutuldu başörtülü kadınlar. “Bacıdan Bayana” adlı kitabıma konu olan yazılar aynı dönemin bir muhasebesi sayılabilir.
“Fisebilillah çalışırdık” diye anlatıyor arkadaşım N., sivil toplum örgütüne dönüşmeye çalışan bir vakıftaki faaliyetlerini anlatırken. Bu nedenle de kişisel olarak, dernekte masa başında çalışmakla lavabo- tuvalet temizliği yapmak arasında bir ayrım gözetmemişti. Sonra bir gün kapının birinin üzerinde "lütfen kapıyı çalarak giriniz” şeklinde bir yazı bulunan bir levhayla karşılaştı. Maaşlı bir “başörtüsüz” avukat alınmıştı çalıştıkları birime. “Bayan” avukata kendilerine hiç gösterilmeyen ayrıcalıklı bir muamele uygulanıyor, mesela çay servisi yapılıyordu. Hizmet gönüllüleri birdenbire neye uğradıklarını şaşırdılar. “Bayan” avukat, kendileri için gerekli sayılmayan profesyonel bir tutumla, yüksek bir maaşla işe alınmıştı.“Biz canımızı dişimize katmışız o sıra, kermes için çalışıyoruz. Çoluğumuz çocuğumuz ortalıkta kalmış, paramız yok pulumuz yok, gönlümüz var zengin mi zengin.”
Bayan avukatın yanı sıra derneğe getirdiği statü bir şeylerin kırılmasına yol açar bu zengin gönüllerde. Yetkililerle konuştu N., ancak dilindeki kavramların pratikte bir anlamı olmadığını duyuran açıklamalarla karşılaştı: “Bu konuyu abartma, anlamaya çalış, bizim elimizin altında hazır jokerimizsin sen”, diye onu iknaya uğraştı çok değer verdiği bir hukukçu. Bu olay İkna Odaları’ndan daha önce yaşandı.
N. evine döndüğünde, ilk duyduğunda pek de üzerinde durmadığı bu cümleler üzerine düşünmeye başladı. “Joker muamelesi görmek, bunun bir taltif sebebi olarak öne sürülmesi geçen yıllar boyunca, bugüne kadar yüreğimi sızlatan bir çift söz olarak kaldı bende. Vatan sağ olsun. Rabbim kabul etsin. Fikirlerde amaçlarda gelinen noktalar çok farklı bugün, ama ben de farklıyım. Farklılığım da inşallah ahirette ortaya çıkar”, diye özetledi bana yıllar sonra, davaya hizmet olarak sürdürdüğü faaliyetin “joker olarak tanınma” üzerinden etiketlenmesi üzerine duygu ve düşüncelerini.
***
Pınar Yayınları tarafından çıkarılan Abdurrahman Babacan’ın edisyon çalışması “Bin Yılın Sonu: 28 Şubat” kitabına, “Fatma Adıyla 28 Şubat Şerhleri”başlıklı yazımla katılmıştım. Ahmet Özcan’ın Haber10’da yayımlanan “Ölü ordunun Generali” başlıklı yazısında hikayesine değindiği Fatma, yazıma konu olan isimlerden biri. 1991’de Mimar Sinan matematik bölümünden atılmıştı Fatma başörtüsünden dolayı. Sınıfta tek örtülü kızmış. Hocası azarlamış herkesin içinde bir gün ve kovmuş. “O günden sonra bozuldu dengesi, polis peşimde demeye başlamıştı. Takip ediliyorum diyordu sürekli… Böyle başladı hastalığı. Tam 20 yıldır ilaçla tedaviyle yarı ölü gibi yaşıyordu” diye yazıyor Özcan. Kendine göre bir gündemi olan bir kız Fatma. Yasak kalktıktan sonra “aramıza” katılacağı umudunu duyurmuş ailesine. Ancak Özcan soruyor: “Hangi aramıza?”
Çok acımasız gibi gelen ama zorunlu bir soru bu. Aramızda artık kamusal varlık mücadelelerinin ve siyasal çekişmelerin süreğinde oluşan küçük ve büyük başarıların, yenilgilerin, hırsların, tahakküm arzularının sebep olduğu bir sağırlığa özgü ezberlerin mesafesi var.
Fadime Şahinleştirilme mizanseninin karanlığında “Fatma”lar okullarından ve evlerden kovuldu, evlilikleriyle sınandı, iş yerlerinde gözden ırak köşelere itildi, ucuz işçi sayıldılar. Kimileri tahsilini yurtdışında sürdürmenin arayışına düştü.Esad Coşan ülkesinden uzaklarda vefat etti, Sevgi Engin “muhafazakar” kesimlere hitap eden çok trajlı bir gazetede sorumsuzca suçlandığı için gönüllü sürgüne yöneldi. Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok öldürüldüğünde manşetlerin işaret ettiği suçlu kim olursa olsun hesap sorulanlar sokaktaki, okul eşiklerindeki başörtülüler ve “İslami” usulde sakal bırakmış erkeklerdi. Selam Gazetesi çalışanı Abdulhamit Çelik 22 yıl boyunca Uğur Mumcu’nun katili olmadığını ispatlamaya çalıştı. Ne hukuk, ne cemaat, ne çevre desteğinden söz edilebilirdi.
28 Şubat bir zulmün nihai noktasına ulaşmayı hedeflemenin de zirvesi, ancak bu zulmü bir uzun mücadelenin tarihinden ve anlamından soyutlayarak okumanın anlamlı olmadığı açık. “Postmodern” darbenin İslami kesimde sebep olduğu travmanın bir etkisi, komplo teorilerinin yol açtığı derin bir güvensizlik, endişe hali. Bu endişe hali bazen aşırı yoruma varan açıklamalarla bağımsız eleştirilerin en geçerli etiketlerle suçlanması gibi sonuçlar ortaya koymaya devam ediyor.
28 Şubat’ı zirve olarak tanımlayan görülen baskıların niteliğinden çok İslami kesimin bu baskılar karşısında aldığı yeni mevzilerin oluşturduğu çelişkili hallerdir. Sadece dünyanın değil, dinin de daha farklı olduğu keşfediliyor gibiydi. Böylelikle anmezi (seçici hafıza kaybı) başladı: 1980’lerde İslami hayat tarzının ilkelerinden hareketle yüksek sesle dillendirilen modernizm eleştirisi ve “ümmet” duyarlığının ifadeleri silikleşti. Sistemle bütünleşme oranında öne çıkan ayrıcalıklı ifadeler, başörtüsü gibi direniş sembollerini abartan söylemlerle göz ardı edilebilirdi sanki. Tevhidi dünya görüşünü hayatının merkezine yerleştiren, seçme hakkını önemseyen, özgürlük ve adaletin duyarlı dengesini oluşturma yönünde endişeler duyan, ataerkil ve otoriter geleneğin İslam’la açıklanmasını sorgulayan İslamcı, belediyelerin açtığı alanda sistemle bütünleşirken eleştiri ve amaçlarını yeniden tarife başladı.
28 Şubat mizansenleri ardında binlerce sorgulanamamış faili meçhul bırakan bir dönemin kendini güvenceye alma hamlesinin zirvesi belki de; sorgulanması büyük bedeller ödemeyi gerektirecek bir dönemi örtbas etmenin entrikalarla yüklü dengesiz bir hamlesi… Laisist iktidar fenomenlerine özgü bütün klişeler savrukça uygulandı o mizansende: Üçkağıtçı şeyh, kolaylıkla kandırılan başörtülü kız, Tevhidi Tedrisat, kurban derileri, ekranlarda “İslamcı” suçluların defalarca teşhir edildiği “aydın” cinayetleri… Mazlumiyetin sonsuz rövanşı üzerinden oluşturulan mantık, asıl üzerine konuşmayı hep erteliyor. Bütün sorunumuz “biz”den esirgenmiş “kamusal pay”dan nasiplenmekten ibaretmiş gibi…
Şimdilerde herkes gönlünce 28 Şubat kahramanı ya da mağduru ve mazlumu. Başörtülü kadın fotoğraf ve yazılarını geri plana iterek konumunu garanti altına almanın hesabını yapmış “muhafazakar” medya mensubu da öyle…
28 Şubat bir mücadelenin yüz yüze geldiği baskıların biricik açıklamasının tarihi değil, üstelik zulüm dökümleri üzerinden her geçen yıl daha yüksek sesle gündeme geldiği halde “28 Şubat ‘biz’e ne yaptı?” sorusu üzerine yeterince konuşmuş değiliz. Çok sözü edilen bir yerden sonra görünmez olmaya başlar. Gerekli açıklamaların yapılmıyor olmayışı tek yönlü okumaları her yıl biraz daha çoğaltıyor ve 28 Şubat kişisel hikayelerin yanı sıra bütün sorular ve açıklamaların birbirine karıştığı, muhasebe ve çözümlemeleri eksik tanıklıkların ve belgeleriyle dolu koca bir çuvala dönüşüyor.