Dün Uluslarararası Gençlik Günü’ydü, gençlik kesimlerinin pek de ilgilenmediği bir BM günü daha. Bakan Kılıç, günün anlamını vurgulayan bir açıklama yapmış, ama hangi açıdan anlamlı bir gün, anlaşılmıyor pek. Ban-ki-moon’un işsiz güçsüz umutsuz gençlik kesimleri için sarfettiği “kayıp gençlik” nitelemesi daha bir peşine düşülesi gibi. Gençlik çağı, uzatılıp durdukça biriken sorunlarıyla bu kaybın alanını genişletmekten nasıl uzak durabilir?
Gençlik, muhalif mizacıyla önceki kuşağa fark atmanın yollarını arayan bir çağ. İslamcılık tartışmaları bir kez daha gündemde. İslamcı kesimin gençleri, toplumun geneline göre nasıl bir manzara sunuyorlar günümüzde?
Emek Adalet Platformundan e-posta yoluyla gelen Barış Uzun imzalı “İslamcı gençliğin gündemsizliği” başlıklı yazıdan defterime kaydettiğim cümlelerden biri, şöyle: “... Bu gençlik kesimlerinin görünür hale geleli beri başörtüsü sorunu ve 28 Şubat gibi kendi mahallelerine ait gündemler hariç ülkede yaşanan hak ihlallerine, zorbalıklara, anti-demokratik uygulamalara dair ses çıkardığı vaki değil.”
Haklı tespitlerin önümüze getirdiği genel manzara şöyle özetlenebilir: Sisteme muhalefet üzerinden yapılanmış bir gençlik gündemi, görece iktidarda bulunma yıllarında bir kararsızlığa duçar olmuştur.
Sözünü ettiğim iktidarda bulunmanın nimetlerinden yararlanma niyetiyle basireti bağlanmış bir gençlik de değil öyle. Üstünkörü, “Allah güzeldir, güzeli sever” ya da “Allah nimetlerini üzerimizde görmek ister” şeklinde rivayetlere de dayandırılan bir gösterişçi tüketim mantığının mütedeyyin genç ruhların en azından bir kısmını kandırması beklenemez. Fakat siyasal anlamda zamanın ruhuna uygun bir söylem geliştirmek henüz ne kadar da netameli! Kemalizm sorgulaması sürüyor, Ergenekon alttan alta tehditini hissettirmeyi sürdürüyorken, nasıl bir söylem üretecek değerde aykırı sorular sorulabilir...
Tamam, İslamcı gençler hiçbir zaman homojen bir karakter sunmadılar, ama hepsi bir şekilde Mehmet Akif’in Asım’ıyla ilişkilendirmeye çalışır kendini. Nasıl? Zulmü alkışlamamak, zâlimi asla sevememek...
Twitter’da izliyorum. İşkence üzerine Taraf günlerce yayın yaptı ve çeşitli gazetelerde yazarlar bu işkence gündemini irdeleyen yazılar kaleme aldılar. Arap hareketlerine şiarlarıyla ayar vermeye çalışan kimi gençlerin gündeminde yok, işkence. Sol bir örgüte mensup diye bir kadın işkenceyi hak mı ediyor yani? Asım’ın böyle düşünmeyeceği açık. Mütedeyyin kadınların ağırlık kazandığı internet grupları ve de bir tarihi olan dernekler konuyu önemsiyor olsa bile tartışmalarla ileri bir noktaya taşımaktan uzak duruyor.
Kendi memleketimizdeki acıları her zamankinden daha uzak ve silik kılan sebep, iktidar ifadelerine alışma duygusu mu acaba? Yoksa yaşanılan mahcubiyetle katlanan bir izah edilmezlik midir ağır gündem başlığını geçiştirmeye sevkeden...
Sonra da gelsin yozlaşan başörtüsü tartışmaları... O dilinize doladığınız genç kızın başörtüsüne hangi noktadan tutunduğunu iyi biliyor olabilir misiniz?
İki türlü gençlik algısının çatışması bu aynı zamanda: Bir tarafta bir türlü tamamlanmayan bir gençlik çağına özgü mitlerin, ikonların, rüyaların peşinde, kendini gerçekleştirme arayışını sürdüren bir gençlik var. Hep alacaklı olduğunu düşünen bir gençlik bu. Diğer tarafta ise eksikliğini borçlu olmasında arayan bir gençlik var ki, Asr-ı Saadet sahnelerini andıran özverili faaliyetlerle, kanayan bir yara gördüğünde “adam aldırma da geç git” demeye izin vermeyen duyarlıklarıyla seçiliyorlar. “Sokak” ve “kardeşlik” iftarlarını onlar gündeme kazandırdı.
Gençliğin kıymetini bilmeye dönük öğütleri her zaman tuhaf bulmuşumdur. Sahici anlamda genç, o dünyayı değiştireceğini sanan tecrübe yoksunu insan, henüz olgunlaşma tuzaklarına saplanmadan önce gençliğe özgü sayılan hayat tarzlarını ve söylemleri eleştirerek kendi gündem ve amacını tespite çalışacak, böylelikle de aslında gençliğinin hakkını vermiş olacaktır.
O inatçı hamlığın, sorusu olmayan bunalımların, yönlendirilebilir zevk ve eğilimlerin adı da gençlik, büyük harflerle, her yerde. Yangından mal kaçırır gibi el atılan markalar, hayat tarzı dergilerinden kopartılmış gibi gelen mekânlarda sunulan “İslami burjuvazi” görüntüleri... İnci Aral “İslami Burjuvazi Var mı?” başlığıyla Cumhuriyet’te yazmıştı, “İslam felsefesiyle örtüşmeyen şatafat”ın göstergelerini: Kapalı ama pahalı marka giysiler, siyah camlı güneş gözlükleri, parlak siyah cipler... “Kara fatma” veya “ninja” olarak çağrılmayı yaşamışların, mağazalarda tezgâhtarlar tarafından en döküntü mallara lâyık bulunmuşların geçmişten, geçmişinin muktedirlerinden intikamı mı bu... Doğrusu şöyle: Şatafatlı ev, geçmişte “mutaassıp” denilen, şimdilerde “muhafazakâr” sıfatı çatısı altında sistemin merkezine yerleşmeye çalışan kesimlerin bir gerçeği olabilirdi. O dönemlerde kamusalda bulunamayan, paylaşılamayan, tadılamayan her türlü nimetin özel alanda bir karşılığı olmasını bir teselli gibi gören kesimler bulunmadığını kimse söyleyemez. Dolayısıyla da marka ya da hayat tarzı simgelerinin uzağında sürdürülen tüketim, kişisel özellikler de arzederdi pekâlâ. Oturmuş tüketimin göstergeleri, konfeksiyondan kaçınmak ve pırlanta takılara verilen önem olabilirdi... Yüksek duvarlı evlerin içinde neler yaşanıyor, bildiğimiz yok. O zamanlar ekran bu denli akışkan değil.
Şimdi göze çarpan sahneler, bütün Türkiye’nin yaşadığı visual nitelikli değişimin açık ettiği bir mahremiyet kaybıyla ve dönüşümüyle de ilgili. Ne Felatun Bey’in ne de Rakım Efendi’nin torunları özel alanıyla sınırlanmak istiyor. (Ahmet Midhat Efendi’nin kahramanı Felatun Bey Batıcı tüketimi hakıyla elde edememiş bir müsrif, Rakım Efendi ise Batı nimetlerini idareli bir şekilde, hakkını vererek tüketiyor. (Kalemzede, “Ketum hisler, müfrit hazlar ve Ahmet Midhat Efendi’de mutavassıt Batılılaşma”, kalemzede.blogspot.com, Ağustos 2012 Perşembe) Felatun Bey zaten Batıcılığı sefahatle eşitlemiş biri, bu yolda gözünü budaktan sakınmıyor.
Adalet arayışı içindeki bilinçlere en ağır gelen hesap kitap gözeten ihtiraslar. Kalemzede’nin tahlilini okurken insan “muhafazakâr” Batıcı Rakım Efendi’nin mutavassıt ve hesaplı hayatının kazanımlarından rahatsızlık duyuyor.
Bir de Asım’ın torunları var, hayal gücünü kullanmazsa daha da hüzünlü fakirler olması mümkün, sanatçı ruhlu, bir ayakları Asr-ı Saadet’te gönülleri zengin gençler farkediliyor aralarında. Her halükarda zulmü alkışlamak, zâlimi sevmek istemiyorlar. Bünyeleri muhalefete çağırıyor, fakat iyi bildiği Müslümanlar kısmen de olsa iktidar dinini benimsemeye başlamışken, nasıl bir dil kullanmak gerekir...
Yeni dalga da işte bu huzursuzluğun sorularıyla başlıyor. Kültürü, sanatı, yeni söylemleri bu soruların sahipleri üretecek, marka tüketicisi yeni zenginler değil. Cezanne’ı ya da Erol Akyavaş’ı birileri duvarlarına asarken, kimileri de yeni şiir ve resmin çizgilerini, yeni romanın mahiyetini belirleme gücüne sahip olacak, oluyor, hayattan yükselen sesleri benliklerinden taşan yüce duyguların potasında yoğurmayı bir imanla üstlenmeyi sürdürdükleri için...
Barbarlık benim için gençleşmektir, demişti Gauguin. Bunun anlamı ne? Genç insan yüce davalarla süslenmeyi ister aslında, gerisi bir ödünleme çabasıdır. İstiklâle aşık, altın lale tasmasına izin vermek istemeyen bir gençlik, kanayan yaralar, hesabı verilemeyen işkence sicilleri karşısında huzursuz. “Allah güzeldir, güzeli sever”. Fakat güzel olan şimdi bir kez daha özellikle hakikati imleyen sesler sözler. Odun gibi de olsa sözü, hakikati yansıtmalı; bastırılan işkence sesleri karşısında, böyle söylerdi Asım.