Türkiye`nin düzenli ve kademeli gelişen bir ekonomiyle 200 milyon kişiye bakabileceğini 1970`lerde söyleyen Sabri Akdeniz`in adını bile hatırlamaz insanlar¹. Maksadım, bu unutulan araştırmacıyı hatırlatmak değil, ama onun ileri sürdüğü nüfus tezinin ekonomik gelişme bağlamında yeterince dikkate alınmamış olmasına dikkatleri çekmek. Çünkü, bu tür sözler, duyulması istenen, uygulanması beklenen sözler değildir. Genellikle, bu tür ciddi konulara sıra gelince, her nedense üniversite kürsülerinden bile, bilimsel bilgi ve araştırmaya dayanmadan genel basma kalıp cümleler veya ezberler, popülizm adına veya birşeyler söylenmiş olma adına ardarda sıralanıverirler. Fakat bu tür ortamlarda basmakalıp ezberlerin dışında farklı cümleler sarf etmek sadece cesaret istemez, bu önyargıların ürettiği yüksek duvarı aşmayı ve akıntıya karşı kürek çekmeyi de gerektirir. Bu anlamda, oldukça zahmetli ve yorucu bir ameliyeyi gerektirir bu karşı duruş.

Benim kuşağımdaki insanlar hatırlarlar, maruz bırakıldığımız büyük bir propoganda vardı: “Nüfus çok kötüdür, çünkü milli geliri düşürür, bütün az gelişmiş ülkeler yüksek nüfuslu, ve bütün gelişmiş ülkeler ise az nüfusludur”. Bu propoganda, Devlet eliyle yıllarca Radyo-TV, yazılı basın ve ilkokuldan Üniversiteye öğrenim hayatımız boyunca kadar tekrar edilegeldi. Buna inanan ciddi bir kesim de oldu ve hala da bu ezberleri tartışma götürmeyecek kadar mutlak doğrular olarak kabul eden kişiler de var. O zamanlarda insanları herhangi bir yargıya inandırmak için, istatistiklere, parametrelere, ekonomik göstergelere başvurmadan sadece TV de göstermis olmak yeterince ikna edici bir sebep olabiliyordu.  Ayrıca basit bir cerbeze (demogoji) ile akılları çelen bir soru sorulurdu: “Kalitesiz nüfus kalabalığı mı, yoksa kaliteli az nüfus mu?”. Bugünkü aklımla bu soruya doğru cevabın, “kaliteli ve çok nüfus” olabileceğini ve bunun da mümkün olabileceğini söyleyebiliyorum ancak o zamanlar kimse bunu düşünemiyordu ve aslında cevabı içine saklanan çeldiricisiyle bu soru açık bir cerbezeden başka bir şey değildi.

Yine aynı yıllarda, biz bütün Batı ülkelerinde nüfusu ve çocuk sayısını artırmak için bakanlıklar kurulduğunu, teşvikler verildiğini, sosyal devletin bile neredeyse bu amaç üzerine yeniden inşa edildiğini, süt yardımından, öğrenim yardımlarına, devlet burslarına kadar her yönden çocuk sayısının yük oluşturmadan bakımını sağlamanın yegane amacının ülkelerin nüfuslarının artırılması olduğunu nereden bilebilirdik. Amerika`nın 300 milyonun üzerindeki nüfusuna her yıl en az 200 bin insana yeşil kart vererek yetişmiş işgücü olarak kapılarını açtığını, Almanya`da eriyen nüfusun Türk işçileri üzerinden nüfus ve işgücü açığını kapatmak üzere kabul edildiğini, Fransa`nın Cezayir`de milyonların hayatına mal olan operasyonlarından sonra yine milyonlarca Cezayirliye kapılarını açarak bu nüfus açığını kapattığını, eski Doğu Bloku ülkelerinin zaten az olan genç nüfusunun Batı Avrupa ülkelerinin kapılarına yığıldığını ve bu kitlelerin nüfus açığını bir süreliğine geçici olarak kapatmaya yaradığını nereden bilebilirdi ki kitleler.

Hindistan,  Çin ve Japonya  nüfusları, her zaman kendisini yenileyen taze işgüçleri, nüfusun kendi arasında rekabeti ile başarılı bir gelişme sağladılar. Simdi bazi arkadaslar, adigecen ulkelerin yapisal ve sosyal sorunlarina konuyu getirmek isteyebilirler. Fakat burada neredeyse Şark usulü bütün tartışmalarda yaşanan “daldan dala atlan yar” modeliyle  değil, tek başlık düzlemi üzerinden meseleye `ezbersiz` bakmaya çalışarak problemi anlamaya çalıştığımı söylemek isterim. Japonya genç nüfusundan 1945 sonrası hızlı gelişmesinde onları en iyi şekilde istihdam ederek yararlanmayı başarmıştı. Türkiye ile Japonya arasında 60 yıl öncesine kadarki durumu özetleyen nüfus karşılaştırmalarında ilginç bilgiler veriyor. 1945 yılında 71.998.00 iken aynı yıl Türkiye`nin nüfusu 16,598,037 olarak kayda geçmiştir. Şu an Japon nüfusu 127 milyonluk nüfus büyüklüğüyle Türkiye`den yaklaşık 50 milyon fazlasıyla teknoloji temelli gelişmesini devam ettiriyor. Türkiye`nin üçte biri kadarlık tektonik kayalık adalar uzerinde hayranlıkla izlenen bir mucizeyi çalışma, azim, ortak idealler ve disiplinle başardılar. Almanya diğer bir örnektir, fakat burada konuyu daha fazla dağıtmak istemiyorum.

Diğer yandan, iktisadi buhran (ekonomik kriz), bir nüfus fazlalığı meselesi değil, nüfusu az veya çok olsun herhangi bir ülkede herhangi bir coğrafyada oluşabilecek bir dünya gerçeğidir. Gıdanın veya imkanların bölüşülmesini, insanların çoğu kendi evlerinden veya sınıf ya da koğuş ortamındaki çokluklar uzerinden pay biçmeyi yeğlerler. Halbuki, sosyal hayatın kendisine göre işleyen farklı kuralları vardır. Evde, sofra başında ekmeğin ikiye bölünmesi ile ona bölünmesi üzerinden yapılacak bir hesaplama tabi ki hatalıdır. Sofrada, yiyeceğin beşe-ona bölünmesine değil, miktarina ve bu gelirin kaç kaynaktan elde edilerek sofranin kurulduğu bilgisi daha önemlidir. Sofradaki kişi sayısı arttıkça, sofraya ekmek getiren sayısı da artar. Toplum ölçeğinde düşünürsek, sağlıklı büyüyen bir toplumda insan sayısı arttıkça, onların ihtiyaçlarını karşılayan meslek gruplarında çalışacak insan sayısı da aynen o oranda artar. 1 milyon kişilik bir gruba yüz avukat, yüz doktor, yüz öğretmen,  yüz ayakkabıcı, yüz su tamircisi, yüz elektirici, yüz bakkal, yüz itfaiye memuru, yüz hemşire,  yüz  çaycı, kasap, mimar, mühendis vd. gerekiyorsa, bunun yüz katı buyuklugundeki bir ulkede bu mesleklerden, yüz katı kadar daha fazla insana gerek olacaktir. Kuşkusuz, bu temsili hesaplamadaki oranlar bu şekilde olmak zorunda değildir ve ancak binlerce farklı meslek mensubunun küçük bir topluluktaki oranı neyse, büyük bir topluluktaki oranının da o derece büyük olmasını göstermeye yeterlidir. Ülke örnekleri üzerinden konuyu açıklayacak olursak iki milyonluk Makedonya`nın nüfusu için hangi oranda ve hangi meslekten insana ihtiyaç varsa, 1,5 milyarlık Çin`inde de o oranda farklı meslekten insana ihtiyaç vardır.

Ekonomik dar boğazlar veya krizler, ülkelerin büyük veya küçüklüğüne göre değil, dış etkenleri bir an için göz ardı edersek, yönetim, piyasa ve tüketim alışkanlıkları, inançlar, ülkenin konumu ve benzerleri gibi birden çok etken tarafından belirlenir. 1929 ABD`si veya 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının Rusya`sının  yaşadığı yıkıcı ekonomik krizler, 1997 Güneydoğu Asya krizi veya 2008 sonrası yaşanan dünyayı sarsan ekonomik krizin az gelişmiş ülkelerden daha çok gelişmiş ülkeleri etkilediği akıldan çıkarılmamalıdır. Küresel sistem içerisinde bütünüyle bağımlı olan büyük ekonominin, küçük ve daha az eklemlenmiş olana göre kaybı çok daha büyük olmaktadır.

Bütün bir Kuzey yarıküre, insanlığın bilinen ortak 50 bin yıllık hafızasında tekrarlanagelen evlilik ve aile konusunda radikal değişimler yaşamış ve evlililikler azalmış, bazıları dağılmış, evlilik yaşı yukarılara çekilmiş, çocuk sayısı dramatik şekilde düşmüştür. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak Kuzey yarımkürede topyekün hızlı bir yaşlanma yaşanmaktadır. Yaşlı bakımevlerinin ve hastanelerin sayısında rekor artışlar yaşanırken, yeni okullar veya diğer kamu hizmet binalarına  ihtiyaç duyulmadığından sayıları azalmaya başlamıştır. Bu gelişme, herhangi bir toplum için dramatik sonuçların habercisidir. Ayrıca dünyanın diğer noktalarında hangi şekilde olursa olsun, nüfusta yaşanacak azalmanın dünyanın diğer tarafında yaşanan azalan nüfus ve yaşlanmaya olumlu bir katkısı da normal olarak olmayacaktır.  İnsan doğasının ve tarihin akışının tersine yaşanan bu olumsuz gelişme, kurulu dengenin kendisini tanımayan insanoğluna kibarca bir cevabıdır.

Kendi ülkemize dönecek olursak, kaliteli ama barış içinde yüksek nüfuslu bir ülke hedefimiz  olmak zorundadır. Henüz yirmi yıl öncesinde Çin ve Hindistan gündemde ekonomik gelişmeleriyle anılmamakta ve problemli nüfuslar olarak takdim edilmekteydi. Bugün ise nüfuslarıyla bütün dünyaca dikkate alınan ve ekonomik gelişmeleri durdurulamayan iki büyük ülke olarak dikkat çekiyorlar.

Asıl problem üreten konu, sürekli hepimize telkin edildiği gibi kaynakların azlığı veya yetersizliği değil, insanoğlunun doymak bilmeyen aç gözlülüğü ve doyumsuzluk çıtasını sürekli daha yukarıya çekmesiyle ilgilidir.

Daha geniş bir yazının başlangıcı hükmündeki bu denemeye  burada son vermek zorundayım. Son söz olarak, ısrarla: kaliteli, rekabetçi bir nüfusla ve yükselen bir nüfuz ile, ilerleyen bir Türkiye`de değer ve ideal sahibi gençlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç var…

[1] Dipnot için bkz. Sabri AKDENİZ, “Çağımızda nüfusun önemi ve Türkiye`nin Nufusu”, Türk Kültür Yayını, 1987. (İlk baskı 1974)

Kaynak: yucelogurlu.wordpress.com