Fransa'nın Mali'deki resmi askeri hedeflerinden biri "İslamcı terörizm" ile savaşmak diğeri Mali'nin toprak bütünlüğünü yeniden sağlamak. Sorun bu iki hedef arasındaki ilişkiyi kavramakta: Mali'nin toprak bütünlüğü "İslamcı terörizm"in tehdidi altında mı?

Elbette bu "İslamcı terörizm" dediğimiz şeye ve 11 Eylül'den sonra Bush yönetiminin ortaya attığı "terörizme karşı savaş" sloganını, takdim edilmiş olduğu semantik ve politik karmaşıklıktan çıkaramadığımızı görmemize bağlı.

İslamcı terörizm lafının arkasına her türlü şey sığdırılabilir: Başta El Kaide, ama aynı zamanda Filistin'in Hamas'ı gibi özellikle milliyetçi kesimler, Afganistan Taliban'ı ya da Mali Ensaruddin'i gibi şeriat kurmak isteyen yerel hareketler ve hatta İslam şeriatını tebliğ eden dini cemaatlerden bahsedebiliriz.

Mali'nin toprak bütünlüğünün sağlanması

Öte yandan, bu kafa karışıklığı, açık ve uzun vadeli bir strateji belirlemeyi engelliyor. Çünkü Batı karşıtı olduğu halde, kendileriyle müzakere yapılabilecek ve yapılması gereken meşru aktörlerle tek amaçları çatışmak olan ve hiçbir toplumsal zemine sahip olmayan teröristler arasında ayırım yapmaya imkan bırakmıyor.

Mali'nin toprak bütünlüğü ve özellikle Mali hükümetlerince, yeteri kadar dikkate alınmadıklarını –doğru ya da yanlış– düşünen güneyli siyah Afrikalıların öncülük ettiği, ülkenin kuzeyindeki Tuareg hareketleri için söz konusu.

Otuz seneden fazla bir zamandır bu bölge, sömürgeci bölüşümün bir sonucu olarak Kuzey Afrika, Arap devletleri ve Siyah Afrikalılarca –Orta Afrika– sürdürülen eski bir mülkiyet kavgasına sahne oluyor.

Tuaregler, sayıları az olmakla birlikte, söz konusu iki topluluğun sınırları kapsamında geniş bir bölgedeki varlıklarıyla Çad, Mali, Nijer hatta Cezayir ve Libya'da on yıllardan beri bu paylaşımın kaybedenleri durumundaydılar ve kendilerini belli ediyorlardı.

İktidardan dışlananlar, sınır boylarında kaçakçılığa dayanan yeni ekonomik kaynaklar buldular. Savaşçılık geleneği, askeri teçhizat temin etmek için bölgesel çatışmalardan yararlanmalarını sağladı (Libya devrimi gibi). Sonuç olarak, İslam'a güncel referans, evrensel mesaj taşıyıcıları gibi görünen bazılarına, kabilevi kimliklerini aşmalarına ve Afrika halkları arasında müttefikler bulmalarına imkan sağlıyor.

Öte yandan Tuareg meselesi etnik milliyete dayalı gerilimleri açığa çıkarıyor, İslamcılığı değil. Bu problem, ancak iktidarın daha eşit bölüşümünü amaçlayan siyasi bir müzakereyle çözülebilir.

Ayrıca, Mali'nin toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmek için, şimdi söz konusu olmayan (ya da artık olmayan) istikrarlı, güçlü ve resmen tanınmış bir merkezi Mali Devleti olması bir zorunluluk.

Mali'nin ötesine geçmekte olan ikinci problem, özellikle etnik milliyete dayalı dini hareketlerin radikalleşmesi. Tuareg hareketleri önceleri –isyancı bir kökenden gelen Azawad Ulusal Özgürlük Hareketi (MNLA) gibi isyanın kaynağındaki– seküler gruplarca temsil ediliyordu. Fakat kendileri de Tuareg kökenli olan ve şeriatı önceleyen bir İslam emirliği kurmayı amaç edinmiş Ensaruddin gibi Selefi hareketlerce, milliyetçi hareketlerin üzerinde hak iddia ettiği bölgeler adeta gelişigüzel bir biçimde işgal edilerek Tuareg bağımsızlık hareketi arka plana itildi.

Milliyetçi veya bölgeci mülkiyet kavgasının İslamcılaşması

Bu, İslam dünyasında 1980'lerden beri yinelenen bir hadise. Mesela, Taliban'ın yolundan gittiği Afgan mücahitleri, Filistin Hamas'ı, Lübnan Hizbullah'ı milliyetçi veya bölgeci bir İslamlaşma talebine biçim veriyorlar.

Tuhaf bir biçimde, bölgeci hareketlerin dönüşüm geçirmesiyle oluşan güçlü Selefi hareketlerin bulunduğu kabile bölgelerinde  –Afganistan, Pakistan, Yemen, Mali– bu böyle. Özerklik beklentileri veya etnik talepler "İslam emirliği" kurma arzusunu ikiye katlamış durumda. Afganistan'ın güneyinde etnik kimliğini öne çıkaran dini hareketlerden olan Taliban'a bağlı kabile toplumu (Peştunlar) buna iyi bir örnek oluşturuyor.

Kuşkusuz bu durum, kabile sistemini ortadan kaldırmadan, kabilevi bölünmelerin üstesinden gelmeye imkan tanıyan şeriatın tek referans olmasından kaynaklanıyor. 1880'li yılların Sudanlı Mehdi'sinin kabileleri nasıl seferber ettiğini ya da 1920-1925 yılları arasında gerçekleşen Rif Savaşı'nı hatırladığımızda bunun eski bir olgu olduğunu görürüz. Bu hareketleri, "İslamcı terörizm" dosyasına koymak saçmadır ve tehlikelidir.

Mali'de, Ensaruddin hareket, Selefi eğilim ve Tuareg kimliği talebiyle öne çıkarak 24 Ocak 2013'te ayrı olduğunu ilan eden (Azawad İslami Hareketi) grup arasındaki bugün var olan ayrılık, şu üçlü zeminin (şeriat, kabile koalisyonu, etnik milliyetçi talepler), değişken gidişatı, söz konusu bu üç unsur etrafında yeniden düzenleyebileceğinin açık bir göstergesidir.

AQMI ve MUJAO'da yeni herhangi bir şey yok

El Kaide orada ne yapıyor? AQMI'nin, MUJAO'nun veya Sahra kuşağında biçim değiştiren küçük bir uluslararası savaşçı grubun gidiş gelişlerinde yeni her hangi bir şey yok. Bu gruplar, özellikle göçebeler, bilhassa küresel alanda göçebe olarak yaşayanlar El Kaide ile irtibat halindeler. Aslında operasyonda bulundukları ve harekete geçirdikleri toplumlarla bağları yok. Bunun yerine, çoğu zaman yabancı "köksüz" ve deyim yerindeyse oldukça devingenler. Özellikle sayıca az olanlar.

Şema, yaklaşık yirmi seneden beri aynı şema: El Kaide uluslararası savaşçılardan oluşuyor ve yerel politik veya sosyal bir hareket olduğu asla söylenemez. Cezayir In Amenas doğalgaz tesislerine saldıran grubun bileşimi bunu gösteriyor: Her kökenden, her milletten insanı ve mühtedileri içeriyor.

AQMI Sahra kuşağında sosyolojik bir altyapıya sahip değil. Fakat kendisiyle ittifak halinde olan yerel güçler, genel olarak Selefiler ve aynı zamanda yetkisini kötüye kullanan unsurlar, sayesinde kök salıyor.

Afganistan ve Pakistan olaylarında böyleydi. El Kaide asıl olarak İslam dünyasının periferisinde –Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Yemen, Sahra kuşağı– ve nadiren de Orta Doğu'nun merkezinde (Irak'taki Ebu Musa El Zarkavi dönemini bir kenara bırakırsak)   faaliyet halinde.

El Kaide yerel çatışmalardan besleniyor

El Kaide, gerçek bir yerel İslami Emirlik kurma peşinde olan bir siyasi hareket değil. Onun amacı, Cezayir doğalgaz tesislerine yönelik saldırının da ortaya koyduğu gibi, özellikle ülkesi dışında yaşayan Müslüman olmayanlarının hedef haline getirildiği, Batı.

El Kaide'nin stratejisi küresel ve coğrafyadan bağımsız. Çatışmaları artırmak, fakat daima Batı'yı hedef alan çatışmaları.

Kısacası El Kaide batı karşıtı duyguyu radikalleştirmek ve Batı'yı müdahale tuzağına çekmek için kendine özgü bir mantığa sahip olan yerel çatışmalardan besleniyor.

Bush yönetimi, El Kaide'nin bu vatansız boyutunu kavrayamadı ve silahlı kuvvetlerini konuşlandırma yoluyla bölgeyi kontrol altına alarak potansiyel sığınakları azaltmanın peşinde oldu (2001 Afganistan müdahalesi, 2003'te Irak'a yapılan müdahaleden söz etmeye bile gerek yok).

Bu strateji beyhude bir strateji: Yüzbinlerce asker gerektiren toprak işgali ve hedefe vardıklarındaysa El Kaide'nin çoktan ortalıktan kaybolması (2001'de Afganistan'da olan ve Mali'de olacak olan). Bu açıdan, Obama'nın yasal meşruiyete veya daha da önemlisi ahlaki bir niteliğe sahip olup olmadığı konusunda tereddütler bulunan terörizm karşıtı stratejisi –orduyu angaje etmeyerek droneları, istihbaratı ve özel kuvvetleri kullanma– daha etkili ve daha ucuz çünkü El Kaide'nin doğasına uygun.

Eğer Fransa, Mağrip'teki El Kaide'nin barınmasına toprak işgal ederek bir son vermeyi umuyorsa, bu saçma. Zira bu grup kendisini kısa bir zaman içinde yeniden inşa eder.

Ve eğer bu grupların yok edilmesi –uluslararası düzeyde takviye ediliyor olmalarını, sınırlardan geçerek yer değiştirmenin veya blucinli ve sakalsız olarak Toronto ya da Londra'ya geri dönmenin onlar için hiç de zor olmadığını göz önünde bulundurmadan, o kadar savaşçıyı (yüzlerce) küçümsemek, zayıf görmek– ise amaç, bu daha da saçma.

El Kaide baş belası ancak stratejik bir tehdit değil. Gücünün büyük bir kısmını kaybetmesi, bu hareketin beslendiği yerel güçlerin, kendilerini himaye etmek için artık iyi bir gerekçeye sahip olmamalarının sağlanmasına yeter.

2001'de Afganistan'da, danışmanlarının görüşüne karşı Bin Ladin'i iade etmeyi reddeden Molla Ömer zamanında, bu gerçekleşmedi. Bosna'da ve yerel güçlerin dışarıdan gelen İslamcı militanlarla çatışarak kendilerini püskürttükleri Irak'ta gerçekleşti; Yemen ve Suriye'de gerçekleşebilir ve yerel güçlerle müzakere ettiğimiz takdirde Mali'de de olması gereken bu.

Fakat bunun olması için, onları "kendileriyle müzakere etmeyeceğimiz teröristler" yaftasıyla yaftalamamalıyız. Henüz onlara yönelik olarak bir şey söylenmiş değil. Yalnızca perde arkasında iletişim kanallarının açık olduğunu umabiliriz.

Terörizme karşı savaş retoriğinin arkasında olması gereken, duruma politik yaklaşımdır.

Olivier Roy, Sosyal Bilimler Yüksek Enstitüsü (EHESS) araştırma merkezi direktörü, Fransa Bilimsel Araştırma Enstitüsü (CNRS) araştırmacısı, Felsefe ve Doğu Dilleri Medeniyetleri Enstitüsü (INALCO) diploması sahibi ve siyasi İslam uzmanı. 2009'dan beri Floransa Avrupa Üniversite Enstitüsü'nde profesör olarak çalışıyor. Çalışmalarından bazıları: İslamcı Ağlar, Küresel İslam, 11 Eylül İllüzyonu, İslamcılığın Soyağacı, Yeni Orta Asya.

Kaynak: Le Monde
Dünya Bülteni için tercüme eden: Muhsin Korkut