Küreselleşmeyi iliklerimize kadar olumlu ve olumsuz yönleriyle yaşıyoruz. Bu sürecin kaçınılmaz olduğu, konuyla ilgili hemen her konuşmada, her yazıda birinci değilse ikinci cümle olarak önümüze konuluyor. Bu sürecin ‘kaçınılması güç olması’ tespiti ayrı, ‘direnilmesinin kaçınılmaz olduğu’ teslimiyetinin ise ayrı bir konu olduğunu başta söylemek gerekir. Küreselleşmeye direnmeyi akıntıya karşı kürek çekmek olarak nitelendirebilirsek, küreselleşmeye teslimiyeti ise akıntıda boğulma olarak nitelendirilebilir.

Bu sürecin her zaman yeni fırsatlar ve imkanlar doğuracağı gibi bir varsayım, fazlaca oportünist ve iyimser bir bakış açısıdır. İletişim imkanlarının artması, bilgi kaynaklarına erişimin kolaylaşması, haberleşmenin hızlanması, ticaretin önündeki engellerin kalkması, farklı görüş ve kültürleri tanıma gibi sempatik ifadelerle sunulan küreselleşme ile ilgili bütün bu tespitler, fırsatlar kadar tehditlerin de olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu süreç, iletişim artarken asosyalleşmenin, bilgi kaynaklarına kolay erişilirken bilgi kirliliği ve dezenformasyonun, ticaret kolaylaşırken ülke olarak zayıfsanız sömürülmenin, diğer kültürleri tanımanın yolu açılırken kültürel açıdan yok olmanın da paradoksal gerçeğini yapı olarak içinde barındırır.

Küreselleşme, fırsat ve tehditleri kadar olumlu ve olumsuz anlamlarıyla ‘tektipleştirme’ süreçlerinin de taşıyıcısıdır aynı zamanda. Bu süreç, Afrika’dan Asya’ya, Avustralya’dan Avrupa’ya kadar bütün yerel renkleri, sesleri, farklı yaklaşımları, yüzlerce yıllık hafızayı barındıran milli kültürleri, bütünüyle etkisi altına alarak aynı potada eriterek birbirine benzeştiriyor. Avrupa’da aydınların küreselleşme karşısında kendi kıtalarının kültürünün yok olmaya başladığı yönündeki itirazları, bunun yanında yerel kimlik ve renklerin korunamadığı endişeleri öteden beri entellektüel gündemin başlıkları arasında yer alır. Bugün Avrupa’da kültürel çeşitliliğe saygı, çok kültürlülük ve glocalisation tartışmaları, küreselleşmenin getirdiği olumsuzlukları giderecek çareler olarak gündemdedir. Kültür konularını, gündemimizin uzak ve ‘daha az önemli’ başlıkları olarak gördükçe, bu tektipleşmenin mağdurları arasında yer almak kaçınılmaz olur.

Diğer yandan, Türkiye’nin Batılılaşma, modernleşme ve teknoloji ithali sürecinde her üç kavramın birbirine karışarak ülke gündemine girmesinde olduğu gibi, bugün küreselleşme ile teknoloji transferi ‘aynı sepet’in içinde sunulmaktadır. Özellikle genç kuşakta bu iki farklı konunun aynı olduğu gibi bir algı dolayısıyla ciddi bir kafa karışıklığı gözlemlenebiliyor. Teknolojinin öncelikle ekonomik kaygılarla sınır tanımaksızın yayılıyor olması ile kültürlerin küreselleşme dönüşümü altında yok olmaya başlaması oldukça farklı noktadadır ve çoğunluk ikincisinin ya farkında değildir, ya da bunu umursamaya değer bulmaz. Yüzyıl önce de tartışıldığı gibi, teknolojiyi kendiniz üretemiyorsanız, ya yeni teknolojiyi kopyalamak veya satın almak zorundasınızdır ve bu son derece olağandır. Halbuki yerel veya milli kültürler bir kaç yılda ortaya çıkmaz, binlerce yılın hafızasını içinde bir şekilde barındırır. Bunun dışarıdan kopyalanarak ikame edilmesi, milli hafızayı zamanla yok eder. Mesela, Kızılderili kültürü kimilerine göre Asya’dan geçtikleri 50 bin yıl, kimilerine göre 15 bin yıllık geçmişlerini bir şekilde 200 yıl öncesine kadar taşımayı başarmış, ancak teknolojik açıdan daha üstün ve onları umursamayan bir kültürle karşılaştığında bugün artık neredeyse antropolojik bir kültüre dönüşmüştür. Bizim gençlik yıllarımızda anlatila anlatila bitirilemeyen Japon kültürünün veya coğrafya ve tarihiyle bizi daha fazla ilgilendiren Osmanlı dönemi kültürünün bugüne taşınmış olan kırıntılarından bahsedebiliyoruz.

Bu değişim bugün tek bir kuşakta değil, her on yıl, her beş yıllık kuşak değişiminde bile kendisini artık açıkça hissettiriyor. Bu kadar hızlı yaşanan değişimin, insanlık hafızasının bugüne kadar 50 bin yıldır biriktirerek taşıdığı tecrübeye dayalı birikimi de yok ettiğini söylemek gerekir. Bunun aksi çalışmalarla bu birikimin bir kısmının kapitalist gerekçelerle para adına kurtarılmaya çalışıldığını da söylemek gerekir. Labratuvarlarda üretilen ilaç sanayi ile artık yeniden gündeme gelen alternatif tıbbın bitki ilaçları ve homeopati tarzı ilaçlar örnek verilebilir. Veya ebru, hat, tezhip, tezyin gibi geleneksel el sanatları, işin gönüllüleri bir yana bırakılacak olursa, paraya tahvil edilebildiği ölçüde değerli ve önemli görülmeye başlanır. Halbuki tarihi varlıklarınızın parçacıklı değil, konuttan konutun süslenmesine, kitaptan onun üzerindeki ‘ince sanata’ kadar bütüncül bir miras olarak ihyası halinde anlamlı ve anlaşılabilir bir yapı ortaya çıkmış olur.

Diğer yandan müziğin veya sanatın küreselleşmesi gibi kavramların öncü hazırlayıcıları olarak "müzik evrenseldir veya sanat evrenseldir" ezberleri ise bir çırpıda sorgulamadan kabul ettiğimiz basmakalıp cümlelerden sadece bir kaçı. Küresel ve evrensel kavramlarının birbirine karıştırılan yakın kavramlar olduğunu, bununla birlikte birbiriyle örtüşmediğini de bilmek gerekir. Hiçbir müzik aslında evrensel değildir, ama her müzikte insanların ortak olarak yakalayabilecekleri ortak tınılar vardır. Ama dünyanın herhangi bir toplumunun ürettiği müzik kültürünün evrensellik adına bütün dünyaya dayatılması, yerel sesleri işgal ederek önce kendine benzetmesi sonra da yutması, bazen de sentezlerle araformların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu araformlar, ne kendine ait oalbilmekte, ne de öykündüğü diğer kültürün ruh ve kültür dünyasının ürünü olabilmektedir.

Küreselleşmenin (globalisation) yerelleşmeye (localisation) saygı göstermeye çalıştığı model ise ‘glocalisation’ olarak biliniyor. Ancak günümüz dünyasında bu kısmen rafine edilmiş saygılı modelden çok, iyi kötü her ne varsa önüne katarak birbirine benzeştiren ve ‘ortalama’ bir kültür doğuran ve mevcudu her ne pahasına olursa olsun yabancı bir kültürle değiştirme süreci fiilen yaşanıyor. Çünkü küreselleşmeyi ister politik bir araç olarak isterse dünyanın sosyolojik bir gerçeği olarak düşünün, bu süreçte yerele saygı göstermek gibi bir çıkış noktası yoktur. Küresel olan, kendini yerele saygı göstermek zorunda hissetmez, bir sel gibi önüne katarak ve dönüştürerek, yutarak veya yeni sentezler oluşturarak yoluna devam eder.

Bununla birlikte, bir nesne, anlayış, kavrayış, tarz, sadece evrensel, küresel, yerel veya milli olduğu için değerli olmak zorunda değildir. Ancak, renkleri tek bir renge çevrilmiş, kılığı kıyafeti küresel modayla dünya çapında tektipleşmiş, yüz hatları ve saç rengi bile medya ve film sektörü üzerinden küresel güzellik anlayışının ezberlettiği biçimlerle tektipleşmeye başlayan, estetik duygusu ‘estetik operasyonlara’ terkedilmiş bugünkü dünyanın, hala yerel renkleri ve milli kültürleri bütünüyle yutamadığı da bir gerçek. İfade etmek gerekir ki, küresel bir asimilasyonun mağduru olan dünyadaki küreselleşmenin bu haliyle devam etmesi halinde, tektipleşmiş bir dünyanın bugünkünden daha orjinal, güzel veya zevkli olmayacağı da çok açık.

Türkiye özelinde küreselleşmenin etkileri görsel medya üzerinden diğer kültürlere ait her tür değer, simge ve imajın herhangi bir süzgeçten geçmeksizin taşınmasıyla kendisini 1980’lerde göstermeye başlamıştı. Bilişim teknolojileri ve İnternet ise güçlü ve kendine ait değer üretebilen kültürlerin üstünlüğü tartışmasına yol açtı. En basit ve güncel örneğiyle, herhangi bir kültür dairesine uygun olarak üretilen bir bilgisayar oyunu piyasaya çıktığı andan itibaren dünyanın her köşesindeki çocuk ve gençler için standart düşünce form ve formasyonu, daha doğru ifadeyle ‘bir zihin biçimlendirmesi’ oluşturabiliyor. Sinema sektörünün ürettiği görsel ve işitsel materyaller de, bu güçlü görsel araçlar marifetiyle, kabul edelim veya etmeyelim, izlediklerimize bütünüyle karşı olduğumuz hallerde bile bütün izleyicilerin zihin dünyasını şekillendirmeyi başarıyor.

Pekiyi kültürel asimilasyonu hızlandıran ‘küreselleşmenin millet lehine olan hiç bir tarafı yok mu’ sorusu akla gelebilir. Hiç şüphesiz, bilgiyi sınırsızlaştıran, teknoloji ve bilim üretmeyi kolaylaştıran, doğru kullanıldığında ticaret ve iletişim imkanlarıyla dünyayı hizmetinize sunan bir süreçten bahsediyoruz. Fakat bu yapıdan, her halükarda değil, gücünüzle ‘artan orantılı’ bir şekilde daha fazla yararlanabilirsiniz. Türk dizilerinin Türkçeyi dünyanın bir çok ülkesinde popüler hale getirmesi veya Türkçe konuşan halkları dil bakımından birbirine yakınlaştırması ilginç kazanımlar arasında sayılabilir. Kendi coğrafyanıza ait kitapların çevirilmesi ve yaygınlaşmasının kolaylaşması, popüler olmayan bir bilim adamının ınternet imkanlarıyla dünyanın her köşesinden rahatlıkla izlenebilmesi, dünyanın hiç bir köşesinde gizli saklı işler çevrilmesinin artık mümkün olmaması, ekonomik ve ticari açıdan sınırötesi bir büyümenin sağlanması, benzer kültürlerle tanışma gibi sayılmayacak kadar çok faydaya erişilebilir. Özetle ifade etmek gerekirse küreselleşmeye kayıtsız şartsız teslim olarak küresel potada her türden eriyip asimile olmak değil, bu gerçeğin nimetlerini ülke ve millet lehine avantaja çevirerek kullanmak, ama herşeyin ötesinde yerli bir kültür politikası izleyerek doğru adımlar atmak gereklidir.