"Biz kaybettik" demiş Fazıl Say; "Onlar yüzde 70, biz ise yüzde 30; kızımı da alıp Türkiye'yi terk edeceğim..." Bu kadar yalın, bu kadar basit... Türk medyası günlerdir 'ünlü' piyanistin bir Alman gazetesine verdiği demeçte yer alan bu sözleri tartışıyor.

Sözler tartışılmayacak gibi değil.

Basit bir yanlış anlaşılma da yatıyor olabilir bu sözlerde; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Çankaya Köşkü'nde verdiği davete çağrılmamasının burukluğu, kırılmışlığı... Öyle ise ortada sorun yok demektir. Çankaya Köşkü'nden açıklama gelmekte gecikmedi çünkü: Fazıl Say da davetliymiş o gece; davetiyesi Ankara adresine gönderilmiş...

Bu tartışmalar sırasında, kızının düğününe çağrılmadığı için Turgut Özal'a küstüğünü sütununda açıklayan Özal-dostu bir meslektaşımıza o günlerde reva görülen muameleyi hatırlayan çıktı mı acaba? Görgüsüzlüğünden tutup yağdanlık olmasına kadar bir dizi can sıkıcı ithama mâruz kalmıştı o yazar. Fazıl Say'ın Çankaya'ya davet edilmediği için Türkiye'yi terk etme niyetine o açıdan yaklaşan tek bir kalem çıkmadı. "Medya gelişerek değişti" mi demeliyiz, yoksa "Medya o bildik çifte standardıyla huzurunuzda" mı?

Türkiye'de genellikle çoğunluğu (pek o kadar büyük bir çoğunluk olmasa da) teşkil edenlerin başkalarını umursamazlığına tanık olmuştur. "Ya sev, ya terk et" o umursamazlığın çılgınlık derecesine erişmiş sloganıdır. Şimdi iş tersine dönmüşe benziyor. Kimse kimseye "Terk et" demediği halde, içinden, "Terk etmeliyim" düşüncesi geçenlerimiz var.

Fazıl Say sanatıyla dünyanın başka yerlerinde de hayatını idame ettirebilir. Ancak 'sanatçı' olmak aynı zamanda 'aydın' olmak demekse, Fazıl Say'ın dışa vurduğu hisleri ve niyetini gerçekleştirmeye kadar varırsa o davranışı, size pek 'aydın' hissi ve davranışı olarak geliyor mu? Fikirlerine karşı olduğu anlaşılan bir siyasî kadro yüzde 47 oy almış olabilir, kendisi halkın yüzde 70'ine ters düştüğünü de fark edebilir; böyle bir durumda bir aydına düşen ülkesini terk etmek mi olmalı?

Bugün Fazıl Say'ın 'yüzde 70' olduğunu itiraf ettiği kitleler, onların aydınları, çok uzun yıllar 'azınlık' muamelesi gördüler bu ülkede; hakları gasp edildi, varlıkları inkâr edildi, özellikleriyle alay edildi. Yine de hiçbirinin aklına ülkesini terk etmek gelmedi. Medar-ı maişet motoru için, para kazanmak amacıyla, yurtdışına gidenler olmadı değil, ancak hepsinin gözü-kulağı ülkesindeydi.

'Sol aydın' için durum biraz farklı galiba. Bu da bizi Türkiye'nin ezeli sorunu 'sol siyaset' üzerinde yeniden düşünmeye sevk ediyor.

Türkiye'de hayli zamandır ağırlığını hissettiremediği bir siyasî zemine kendisini hapsetti sol. 'Yüzde 30 olma sendromu' diyebiliriz buna. Halkın önemli bir bölümünün kendilerine yüz vermediğini gören sol siyasetçiler, bireysel olarak ve zümre halinde, kendilerini toplumdan yalıtıyor, uzaklaştırıyorlar. Bu giderek artan bir eğilimi Türk sol siyasetinin... Geri kalan yüzde 70'le bütün köprüleri koparacak tarzda bir çizgi izliyor sol siyasî kadrolar. Kendi içlerinden yüzde 30'un bütününü kucaklayan bir lider ve kadro çıkaramadıkları için de, solda hızlı bir marjinalleşme süreci yaşanıyor.

Oysa solun da toplumun bütününe sahip çıkması ve yüzde 30'dan hareketle temsil oranını artırma çabası göstermesi gerekir. Bunun yolu da halka ters düşmekten vazgeçip 'ortak payda' sayısını artırmaya çabalamaktan geçiyor. Sağın politik dilini sol değerlerle buluşturup yeniden üretmenin yolunu bulmalı sol aydınlar; sol politikacılar da sağdaki politikacıların siyasî silâhlarını ele geçirmenin peşine düşmeli.

Kızını da alıp ülkeyi terk etmek çıkış yolu değil çünkü.