İki hafta önce Çin'in Sincan (Doğu Türkistan) bölgesindeki Urumçi şehrinde Uygurlarla Han Çinlileri arasında çıkan etnik çatışmalara polisin müdahalesi, iddialara göre, yüzlerce kişinin ölümüne yol açtı. Halen ABD'de yaşayan "Dünya Uygur Kurultayı" başkanı Rabiya Kadir polisin ateş açması sonucu 400 kadar Uygur öldüğünü söylerken, Çin makamları toplam ölü sayısının 156 olduğunu açıkladılar. Kadir olaylardan sonra resmi makamların Uygurlara yönelik baskıları artırdıklarını, Uygurların evlerini tek tek arayarak erkekleri tutukladıklarını da iddia etti: "Uygurlar anayurtlarının başşehrinde sokaklarda yürümeye korkuyorlar."
Kapalı bir rejimde meydana gelen olayların iç yüzü ve ayrıntıları tam olarak bilinemese de, öyle anlaşılıyor ki, Çin'de neredeyse hiç eksik olmayan bu tür gerilimlerin temel nedeni rejimin genel baskıcılığı yanında, etnik ilişkileri yönetecek ve etnik gruplar arası çatışmaları önleyecek bir yapıya sahip olmamasıdır. Çin makamları bu tür gerilimleri birer düşman komplosu olarak görme eğilimindeler. Nitekim Çin Devlet Başkanı Hu Jintao Urumçi olaylarının "aşırı dinciler, ayrılıkçılar ve teröristler"in işi olduğunu açıkladı.
Çin Halk Cumhuriyeti epey bir süredir rejimin "komünist" etiketini terk etmeksizin iktisadi yapısını reforme ederek kısmen de olsa bir "piyasa" oluşturmaya yönelmiş bulunuyor. Bu kısmi ekonomik dönüşüm Çin'in küreselleşen dünyayla uyumlu hale gelmesini kolaylaştırmakta ve genel bir refah artışına yol açmaktaysa da, bu kesinlikle sistemin liberalleşmesi anlamına gelmemektedir. Mesele, sadece sivil ve siyasal özgürlüklerin tanınmaması ve devletin toplumu kontrol etme iddiasından vazgeçmemesinden ibaret de değil.
Açıkça söylemek gerekirse, Çin, sanıldığı gibi iktisadi olarak da liberalleşiyor değildir. Esasen kendi başına "iktisadi liberalizm" diye bir şey yoktur. Kapalı bir sistem içinde kalarak ve üstelik sadece devletin belirlediği kişilere veya belirli bazı sektörlere bir ayrıcalık olarak "mülkiyet"in bağışlanmasına ve devletçe bunlara kimi rekabet avantajları tanınmasına iktisadi liberalleşme denemez. İktisadi liberalizm, her şeyden önce, mülkiyet edinmenin, mübadele ve sözleşme özgürlüklerinin herkes için genel bir hak olarak tanınmasını gerektirir.
Ancak bu "hak" anlayışı ve açık toplum tasavvurudur ki, liberalizmin siyasi ve iktisadi boyutlarını birbirine bağlar. Yoksa, sırf etkinlik mülâhazasıyla piyasa süreçlerinden yararlanmayı tercih etmek için liberal olmak gerekmez. Onun için, Çin'in halihazırdaki iktisadi modeline iktisadi liberalizm değil, olsa olsa "kontrollü kapitalizm" veya "devlet kapitalizmi" denebilir. Böyle bir modelin baskıcı bir siyasetle bir arada gitmesinde de şaşılacak bir yan yoktur.
Tekrar etnik meseleye dönersek: Aşağı yukarı son çeyrek yüzyılın Batı siyasi tecrübesinin de gösterdiği gibi, etnik çeşitlilikten kaynaklanan toplumsal-siyasal gerilimleri çözmek liberal-demokratik toplumlar için bile kolay değilken, Çin gibi otoriter -ve yer yer totaliter- bir rejimin bu meselenin üstesinden barışçı yollarla gelebileceğini sanmak safdillik olur. Asimilasyoncu ve hatta etnik temizlikçi politikalar böyle bir rejimde gayet olağandır. Uygurların bu baskıcılıktan aldıkları uğursuz payı, onlara duyduğumuz duygusal yakınlıktan çok, asıl bu perspektiften görmeliyiz.
Etnik mesele aslında modern ulus-devletlerin birlikçi ve türdeşleştirmeci doğasından kaynaklanmaktadır. Ama tuhaf olan şu ki, Çin gibi imparatorluk benzeri bir siyasi yapı da tipik bir ulus-devletmiş gibi etnik türdeşlik peşinde koşmakta, üstelik bunu, "komünizm" gibi en azından iddiası bakımından enternasyonalist bir ideolojiye rağmen yapmaktadır.
Kaynak: Star