Ergenekon tutuklu ve sanıklarının sağlık durumunu tefrika halinde basından izliyoruz. Sağlık gibi insanda vicdan yaratacak bir konunun kamuoyuna hangi dille yansıtıldığı, davanın nasıl algılandığını göstermesi bakımından önemli.

Davanın savunuculuğunu yapan medya daha çok ironik bir üslup kullanırken, davaya karşı çıkanlar bir vicdan yaratmak hesabının en fazla sağlık konusunda tutacağının farkında bir yayıncılık yapıyorlar. Kalp sorunu olan, merdivenden düşen, şekeri, tansiyonu yükselen, kanser, siroz gibi nedenlerle hastaneye yatan yahut tahliye edilen sanıkların durumuyla ilgili haberler eksilmiyor gündemden. Alaycı bir üslup ve inanmamaya eşlik eden 'Ergenekon davasında tahliyenin yolu hastalıktan geçiyor' yollu yargılar dahi yer alabiliyor bazı haberlerde. Ergenekon tutuklu ve sanıklarının içinde bulunduğu ruh halini çok da kavrayamayan bir yaklaşım bu. Ben bütün o paşaların ve emniyet mensuplarının, basından bildiğimiz diğer isimlerin gerçekten hastalandıklarını düşünüyorum.

Çünkü Ergenekon bir hukuk davası olmanın yanı sıra bir psikolojiye de denk düşüyor. Ergenekon davası, kabul edin etmeyin, bir iktidarın ürettiği gerçekliği yıkan yanıyla davaya konu olan herkesi trajik birer figür haline getirdi. Bu nedenle Ergenekon'a bir hukuk davası olmanın ötesinde bir dünyanın değerleri açısından da bakmamız gerekiyor. Böyle bakarsak bütün hayatını devlet için, devlet uğruna yaşadığını düşünen ve devletle neredeyse hastalıklı bir bütünleşme, narsistik bir özdeşleşme içinde olan adamların ruh halini anlama şansımız olur. Davanın başından itibaren basına yansıyan görüntülere bakın. Hemen hepsinde bir şaşkınlık, bir beklenmedik durumla karşılaşma hali. Hiçbirinin hazırlığı olmadığı gibi, yaptıklarının suç olarak kendilerine isnat edileceği akıllarının ucundan dahi geçmemiş. Bir gün kapısına birilerinin dayanacağını ve üstelik kapıyı çalanların devletin emniyet güçleri olacağı bir ihtimal olarak dahi düşünülmemiş.

Bu konuda anlatılan son derece çarpıcı bir anekdot var; Ergenekon'dan tutuklu emekli paşalardan biri kapısını çalan polisi karşısında görünce ne yapacağını bilemez halde avukatını arıyor. Öyle ki, polise kimlik ve arama emri sorması gerektiğini, bir paşanın evinin aranması için Genelkurmay'dan izin alınmasının zorunlu olduğunu o sırada avukatından öğreniyor. Gelenlerin gerçekten polis olduğunu, arama emri bulundurduklarını, Genelkurmay'dan izin aldıklarını panik içinde avukatına bildiren paşa 'Şimdi ne yapmalıyım?' diye sormaya kalkınca aldığı cevap şu 'Şimdi takım elbisenizi giyin ve polislere eşlik edin'.

'Devlet benim!' düşüncesinin çöküşü...

Tüm hayatını asayişle ilgili bir mesleğin içinde tüketen bir paşanın bu naifliği nereden bakılsa trajiktir. Ergenekon tutuklularının bir günde aklaşan saçları, dayanamayıp çöken bünyeleri hep bu güçle, iktidarla mutlak özdeşleşmenin neticesi. Mutlak iktidar hevesi, mutlak haklılığı getirmiş. Kendisini bu kadar haklı gören birine günün birinde haksız olmak bir yana, suçlu olduğu söyleniyor. Hangi ruh böylesi bir geçişi bir çöküntü yaşamadan atlatabilir ki? Devletle ve onun iktidarıyla ancak psikolojinin alanına girecek bir özdeşleşme. Bu duygusal sapmanın, bu mutlak haklılık iddiasının nasıl bir gerçeklik kaybı olduğu sahiden de psikolojinin konusu; devleti oluşturan, devlete gücü belli bir sözleşme ve düzen neticesinde teslim edenin bireyler olduğunu unutan bu anlayışın demokrasiden ne anladığını askerî darbe takvimimiz gösteriyor. Bu ruh hali ve güven içinde evinde bulundurduğu suç krokilerini, ilişkilerini açığa çıkaran ajandaları yok etmeyi düşünemeyen sanıklar belli ki şuna inanıyor; devlet benim!

Bu özdeşleşmeyi yaşayan için, yapılan suç da olsa devletle çelişmez, çelişemez. Çünkü devletin devamını sağlayacak inanç ve irade, ancak onun gibi düşünenlerce ayakta kalır. Yakın tarihi işlediği hiçbir suç için kendisini devletiyle çelişkiye düşürmemişken onun ne kabahati olabilir ki? Devletle onun adına faaliyet yürütenler arasında bu fasılasız özdeşlik ilişkisi işlenen her suçu devletin yüceltilmesi hanesine ekler. Sanıyor musunuz ki, Güneydoğu'da onca faili meçhul cinayeti planlayanlar, 'Devletim acaba ne der?' sorusunu sormuştur. Devletinin diyeceği bir şey olmadığı gibi, ödüllendirdiği de bilinen bir şey. Bırakın JİTEM gibi yapıları, elinde satırla solcu avına çıkan üniversite talebeleri dahi bu zihniyetin aracı değil midir?

Kendi hisleriyle devleti arasında mutlak bir özdeşlik kurmuş bu zihniyetin bize gösterdiği faşizmdir. Faşizm tam da böyle bir şeydir. Devletin mutlak iktidar ideali uğrunda bireyin gerektiğinde sabun, gerektiğinde faili meçhul olmasıdır faşizm. Benliği devletle bu derece özdeşleşen ve bu aynılıkta hiçbir fasıla bırakmayan ilişkinin yarattığı birey bir gün bütün inandığı, neredeyse bir din gibi yaşadığı sistemin çöktüğünü ve artık kurban olduğunu görüyor. Elbette durumu bir psikolojik yıkım takip edecektir. Basında Ergenekon tutuklularının sağlık durumlarıyla ilgili haber yapanların psikoloji bilimine eğilmelerinde fayda var. Kanser gibi ciddi hastalıkların dahi en nihayetinde insanın ruh dünyasıyla ilgili olduğunu gözden kaçırıyorlar çünkü.

Emekli generallerden Tuncay Özkan'a, Levent Ersöz'den İbrahim Şahin'e tutuklu bulunan hemen herkesin ilk gözaltı anlarından itibaren basına yansıyan görüntülerine bakın. Hepsinde bir şok. Hepsinde olanlara inanamama. Belli ki hiçbiri, yapıp ettikleri hakkında kendilerine suç isnat edileceğini aklına getirmemiş. Tam bir psikolojik yıkım. Bir tür gerçeklik kaybı. Daha doğrusu varsaydığı ve mutlak olduğunu düşündüğü gerçeğin buharlaştığına tanıklık ediyor.

Tam da bu nedenle Ergenekon, bir hukuk davası olduğu kadar, sosyal psikolojinin alanına da giren bir vaka. Varsayılan, bir inanç halini alan gerçekliğin çöküşünü anlatıyor. Bu çöküşün ruhlardan başlayarak bedeni de sarmasına şaşırmamalı.

Zaman