Türkiye son derece kritik bir evreden geçiyor. Bir yandan 'Ergenekon davası' ve bu dava çerçevesindeki tartışmalar var.
Bu davanın kendisi, yürütülme biçimi, usulü, yapılan tartışmaları ve olası sonuçları bundan sonra nasıl bir Türkiye olacağına ilişkin bir çerçeve çiziyor. Bu haliyle bakıldığında geleceğin belirlemesinde sadece yargının değil diğer kurumların hatta kişilerin bile ne denli önemli bir sorumluğu olduğu anlaşılabilir. Dava, bir 'iç arınma' süreci ve demokratik hukuk devleti oluşturmak için fırsat olarak görülüyor, dolayısıyla bundan sonraki siyasi ve hukuki yapının işleme kurallarının belirlenmesine de hizmet edeceği umuluyor.
Öte yandan 'Ergenekon dava'sının bir de dış politika ayağı bulunuyor. Bu dava çerçevesinde adı geçen kişilerin ortak yönleri belirli bir dünya görüşünü paylaşmaları, dolayısıyla başka tür dünya görüşlerine de şiddetle karşı çıkmaları. Çok kaba hatlarıyla bu kişilerin AB üyelik sürecine hatta ABD ile stratejik ortaklığın daha da geliştirilmesine karşı çıktıkları söylenebilir. Bu karşı çıkışın 'anti-emperyalizm' ve 'ulusalcılık' ile açıklanıyor olması esasen Türkiye'nin Batı ile yakınlaşmasına itiraz etmek olarak ifade buluyor. Zira iddia edildiği gibi bu kişiler sayesinde darbe olacak olsaydı AB ile bağlar kopar, ABD ile ilişkiler donardı. Kısacası hangi iktidar 'Batı'lılaşma yolunda resmi adım atsa hedefe oturması anlamlı.
Batı ile yakınlaşmanın günümüzdeki koşulları Soğuk Savaş yıllarından farklı. Artık demokrasi, hukuk devleti, katılımcılık, yönetişim ve şeffaflık konularında çaba göstermeyen devletler değil AB'ye NATO'ya bile girememekte. Kısacası jeopolitik önem, caydırıcı kapasite ve askeri yapılanma tek değişken olmuyor. Bunlara itirazı olanların muhtemelen daha makbul buldukları bağlar var.
AB ve ABD ile yakınlaşmayı istemeyen ve Ergenekon davası çerçevesinde adı geçenlerin bir 'Doğu' tercihleri olduğu ileri sürülebilir. Bu 'Doğu'nun Arap ve İslam ülkelerini kapsadığını pek düşünmemek lazım, Doğu'dan kast edilenin Türkî Cumhuriyetler olarak anılan Orta Asya ve Kafkasya ülkeleri, Türk kökenlilerin ya da Türk kökenli olduğu varsayılanların yaşadıkları yerler. Bu bölgelerde Türkiye'nin 'gücünün' artırılması, etkisi ve belirleyiciliğinin çoğaltılması anlayışı katiyen yeni değil. Yeni olan bunun Rusya'ya rağmen yapılmasının mümkün olamayacağının anlaşılması.
Rusya, 'Batı' yakınlaşmasını hoş karşılamayanlar için iyi bir örnek olmuş olabilir. Güçlü, caydırıcı, yayılmacı ve gayet otoriter olan bu ülkenin 'Batı' ile mesafeli 'Doğu' ile çok bağlayıcı ilişkileri var. Dolayısıyla Türkiye'de, AB'ye gireceğiz diye bir dizi demokratikleşme süreci yaşayacağımıza bunlara hiç gerek bırakmayacak yeni ittifakları, mesela Rusya ile yakınlaşmayı savunmak mümkün. Hatta Rusya, İran kimbilir belki Çin ve Türkiye'den kurulu yeni bir Doğu Bloğu hayal edenler bile olabilir.
Yürümekte olan dava, Rusya yönünde bir dış politika tercihi yaptığı düşünülen kişilerin, bu tercihlerini yaşama geçirme ihtimallerini azaltmış görünüyor. Dolayısıyla gerek Obama ile simgelenen 'daha fazla demokrasi ve işbirliği' anlayışına, gerek AB üyelik sürecine Türkiye'nin daha fazla dikkat etmesi mümkün. Başka bir ifadeyle Ergenekon davasının 'Batı'lılaşma yolunu tüm kurumlar için açan kaçınılmaz bir yönü buluyor.
Yürütme, 3.Ulusal Programı yürürlüğe sokarak, AB Genel Sekreterliğini Başbakanlığa bağlayarak ve Müzakere başkanlığını Dışişleri bakanının omuzlarından alıp ayrı ve tek işi bu olan bir bakana devrederek iradesini ortaya koymaya başladı. Muhtemelen benzer bir iradeyi yakında TSK'da da göreceğiz. Darısı diğer kurumların başına.
Star Gazete