Obama'nın ağırlığı ve Cumhurbaşkanı Gül'ün diplomatik mahareti sayesinde bir "ara formül" ile aşıldı. Başbakan Erdoğan'ın tavrı ise, Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları açısından diplomasinin gereklerine ne denli hâkim olduğunu tekrar sorgulamamıza neden oldu.

Erdoğan'ın, Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına dönmesini Türkiye'nin AB perspektifi açısından herhangi bir pazarlık konusu yapmazken, Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne kararlı bir şekilde karşı çıkması açıkçası çelişkili bir görüntü verdi.

"Davos çıkışında" olduğu gibi, bu tutumu da "İslami dayanışma" çerçevesinde değerlendirildi. Nitekim, İslam ülkelerinden Rasmussen'i veto etmesini isteyen mesajlar aldığını gündeme ilk getiren de Erdoğan'ın kendisiydi.

'Türkiye nereye gidiyor?'
Avrupa medyasında Erdoğan hakkında, "Din konusunu NATO'ya taşıdı" şeklinde yorumların çıkması da böylece kaçınılmaz oldu. Bu durum, "Türkiye nereye gidiyor?" sorusunu önümüzdeki günlerde daha da körükleyecektir.
Erdoğan böylece, Avrupa'ya ait olduğunu söyleyen Türkiye'yi, laiklik karşıtı ve genelde antidemokratik olan ve basın özgürlüğü gibi konuların geçer akçe olmadığı İslam dünyasının sözcüsü konumuna oturtmuş oldu.

Erdoğan'ın, Danimarka'nın da, Fransa gibi, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkmasını gözeterek, bu konuda sıkı bir diplomatik pazarlığa girmemesi dikkat çekti. Oysa Türkiye'nin AB için önemi giderek artan güvenlik alanındaki entegrasyon açısından önemli konumunu hatırlatarak, AB perspektifimiz için avantajlar sağlamaya çalışmalıydı.

Rasmussen'in adaylığını ise, NATO'nun Afganistan'da görev yaptığını anımsatarak -kendi dini duyarlılıkları açısından değil "nesnel" ve "pragmatik" açıdan sorgulayıp, sonunda yalnız kalacağı kesinleşen bir meseleyi bu kadar uzatmamalıydı.

Sonunda, Rasmussen krizi çerçevesinde, dışarıda Türkiye'nin AB perspektifinden hemen hemen hiç söz edilmezken, Roj TV meselesi de "ikincil konumda" ele alındı. Esas üzerinde durulan ise Erdoğan'ın karikatür krizi bağlamında Rasmussen hakkında söyledikleriydi.

Türkiye yalnız kaldı
Aslında Rasmussen'in en iyi aday olmadığını biz de daha önce yazdık. Fakat diplomatik çevrelerden edindiğimiz duyumlar, Rasmussen'den yana ağırlıklı bir tercihin ortaya çıkması durumunda Ankara'nın vetosunu kullanmayacağı şeklindeydi.

Cumhurbaşkanı Gül'ün başta verdiği mesajlar da bu doğrultudaydı. Ancak Erdoğan'ın diretmesi üzerine, karşısına inatla çıkan blok, meydan okuyarak, "Beğen veya beğenme, adamımız bu" dedi ve Türkiye yalnız kaldı.

İşte bu noktadan sonra Türkiye'nin nasıl geri adam atacağı sorusu gündeme geldi. Zirveden çok önce yapılması gereken pazarlık da o noktada başladı.
Bu arada Başkan Obama da Türkiye'nin itibarını kurtaracak bir formüle ihtiyaç duyulduğunu anladı. Zira Türkiye'yi yabancılaştırmanın ittifaka zarar vereceğini gördü.

Diplomatik realitelerle tekrar yüzleşen Erdoğan'ın bu durumda, ortaya çıkan ve Cumhurbaşkanı Gül'ün de desteklediği ara formülü kabul etmekten başka bir seçeneği yoktu.

Obama ve Gül'ün formülü
Neyse ki, Obama ve Gül sayesinde bulunan bu formül Erdoğan için zevahiri bir ölçüde kurtarıyor. NATO'da Türklere üst düzey görevlerin verilecek olması önemli bir gelişmedir. Ayrıca İslam dünyasıyla diyalog açısından da mantıklıdır.

Öte yandan Rasmussen'in, "Türkiye'nin gündeme getirdiği konuları tümüyle anlıyorum" demesi de yabana atılmamalı. Dikkatler şimdi, Medeniyetler İttifakı zirvesinde İslam dünyasından dileyeceği belirtilen özür üzerinde olacak.

Ancak, kendi dünyası ile İslam dünyası arasında sıkışan Rasmussen'in bu hassas özrünü nasıl formüle edeceği ve bunun yeterli olup olmayacağı henüz belli değil.

Roj TV meselesine gelince, Başbakan Erdoğan bu konuda çok net konuştu ve büyük beklentilere yol açtı. Ancak Rasmussen'in kendi ülkesinde Roj TV'nin kapatılması talimatını verebilecek durumda olduğu şüpheli. Bu konuda büyük siyasi dirençle karşılaşması çok daha olası.


Özetle, diplomasinin önemini zor yoldan öğrenmek konusunda ısrarlı görünen Erdoğan bu açıdan sıkıntılı günler yaşayabilir.

Kaynak: Milliyet