CUMHURİYET'İN İLANI 29 EKİM 1923

Ekim ayı tarihimizde çok önemli olayların yer aldığı bir ay. 29 Ekim’de Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında ilan edilişinin yıl dönümünü kutluyoruz. Cumhuriyetin kuruluşunun ilanı ile birlikte aslında 624 yıl süren büyük bir Devlet’in sona erdiğini de kabul etmiş oluyoruz.

Osmanlı Devleti’nin sona erişi ve yerine yeni bir Devletin kuruluşu, esasında gerçek anlamıyla bir kopukluğu ifade etmiyor. Üzerine oturduğu temel yaklaşımlar itibariyle stratejik düzeyde bazı farklılıklar içerse de iki devlet arasında kurumlar bazında önemli oranda bir devamlılığın sürdüğünü müşahede etmekteyiz. Cumhuriyet’in ilanı bile 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanununa yapılan birkaç maddelik bir ilave ile gerçekleşiyor.

Türkiye’de uzunca bir süre hakim olan tarih yaklaşımı bizlere Cumhuriyet öncesini çok farklı bir tarzda anlattığı için o devrelerde Osmanlı, her şeyiyle kötü ve zinhar sahiplenilmeyecek bir dönem olarak kabul ediliyordu. Oysa yeni Cumhuriyet, yukarıda da ifade etiğimiz gibi çoğunlukla Osmanlı kurumları üzerine bina edilmişti ve yeni Cumhuriyet’i kuranlar da Osmanlı paşalarıydı.

Neyse ki 1990’larla birlikte bu yaklaşım biraz yumuşadı ve 1999 yılında belki de ilk defa Osmanlı’nın kuruluşunun 700’üncü yılı kutlandı. Devlet açısından bakıldığında hatasıyla ve sevabıyla Osmanlı da artık bizimdi.

MONDROS MÜTAREKESİ 30 EKİM 1918

Ekim ayının bir diğer önemli olayı da 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesidir. Birinci Dünya Savaşı’nda beraber mücadele ettiği ülkelerin bir çok cephede mağlup olmaları dolayısıyla Osmanlı Devleti de savaşa devam edemez bir duruma gelmiş ve 30 Ekim tarihinde Bahriye Nazırı Rauf bey Limni adasının Mondros limanında bu ateşkes anlaşmasını imzalamıştı. Bu antlaşma ile savaştan çekilen Osmanlı Devleti Wilson ilkelerine güvenerek İtilaf Devletlerinin tüm şartlarını kabul etmişti. Fakat antlaşmanın uygulama safhasında İtilaf Devletlerinin gerçek niyetleri ortaya çıktı. Mondros Ateşkes Antlaşmasının maddeleri Osmanlı Devletini rahatça paylaşabilmek için tamamen savunmasız hale getirmek için hazırlanmıştı. Anlaşmada daha sonra da görüleceği üzere itilaf devletlerinin işgalleri için gereken bahaneler de unutulmamıştı.

28 Ocak 1920’de gerçekleşen Osmanlı Devleti’nin son Mebusan Meclisi toplantısında hazırlanan ve kabul edilen Misak-ı Milli metni Türk Milletinin kabul edebileceği asgari barış şartlarını ifade etmektedir. Burada da Mondros Mütarekesinde belirlenen sınırlara atıf bulunmaktadır. Mütareke ile belirlenen sınırların içinde ( bazı kaynaklara göre de içinde ve dışında) yaşayan Osmanlı İslam çoğunluğu bölünmez bir bütün olarak değerlendirilmektedir.

Mondros Mütarekesi ve onu kendisine hareket noktası olarak alan Misak-ı Milli, daha sonra yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının belirlenmesinde önemli belgeler olarak değerlendirilmiştir. Bugün yaklaşık olarak Irak ile 350 km, Suriye ile de 900 km civarındaki sınırlarımızın kökleri büyük ölçüde bu belgelere dayanmaktadır. ( Daha sonraki yıllarda yapılan Ankara Anlaşmaları ve Lozan anlaşması ile son teyitler gerçekleşmiştir)

IRAK VE SURİYE'DEKİ SON DÖNEM KRİZLERİ 

Irak’da özellikle son dönemlerde, DEAŞ problemi çerçevesinde Türkiye’nin de tabii olarak dahil olduğu Musul, Kerkük ve çevresi ile ilgili meselelerde, Mondros Mütarekesi ve Misak-ı Milli belgeleri önemli tarihsel metinler olarak sürekli gündeme gelmektedir. Misak-ı Milli'de yer almış olan Musul, Kerkük ve çevresi daha sonra çeşitli oyunlarla bizden koparılmaya çalışılmıştır. Fakat, köklü tarihi ve insani bağlardan dolayı bu hedefin gerçekleşmesi bütünüyle mümkün olamamıştır. Bu bölgeler bugün için Irak sınırları içindedir ama en ufak meselede geçmişteki bağlantılarına atıflar yapılmakta, geçmiş durumlar göz önüne alınmadan ortaya çıkan meselelere çözüm imkanı bulunamamaktadır.

Suriye’de uzunca bir süredir devam eden iç savaş ve bunun neticesi doğan problemler de Türkiye’yi birinci elden ilgilendirmektedir. Yaklaşık olarak yüzyıl kadar evvel aralarında sınırlar olmayan bölge insanı en ufak bir sıkıntısında aradaki sınırı adeta yok sayarak hemen kuzeye yani ana kucağı Türkiye’ye sığınmaktadır. Ayrıca gerek Bayır Bucak bölgesi, gerek Halep, gerekse de PYD kontrolündeki kantonlarda ortaya çıkan problemlerde Türkiye’nin belli bir oranda devreye girmesi adeta mecburiyet halini almaktadır.

Son olarak Fırat Kalkanı operasyonunda olduğu gibi Türkiye’den Halep’e giden yolun açık kalması ve Fırat’ın batı yakasının güvenli bir bölge olabilmesi için Türkiye’nin bu bölgedeki Özgür Suriye Ordusu güçlerini desteklemek için devreye girmesi lüzumu ortaya çıkmıştır. Türkiye bu bölgede dünyanın önemli Devletleriyle farklı cephelerde vasıtalı olarak mücadele etmektedir.

Türkiye mağlup sayıldığı Birinci Dünya Savaşı sonrası terk etmek zorunda kaldığı ve yeni Cumhuriyet ile çekildiği 780,000 km karelik toprak parçası içerisinde daha evvel beraber olduğu ve ortak sınırları paylaştığı halkların neredeyse tüm sorunlarını daima kendi sorunu olarak görme psikolojisi içerisindedir. Bu sadece tek taraflı bir his de değildir. Bu halklar da en ufak sorunlarında soluğu Türkiye sınırları içine gelmekle çözmeye çalışmaktadırlar. Suriye ve Irak’daki iç savaş hali içinde yaklaşık 3 milyon kişinin Türkiye’ye gelişi de bunun en önemli kanıtıdır. Son Musul probleminde de ilk gündeme gelen Türkiye’ye göç etmeye hazırlanan ve yollara çıkan yüz binlerce insanın durumu olmuştur.

Fakat bu topraklarla ilgilenen dünyanın egemen güçleri ve yüzyıl önceki suni sınırlarla ortaya çıkan ülkelerin basiretsiz yöneticileri problemlerin çözümü sürecine Türkiye’yi dahil etmemeye çalışmak gibi tuhaf bir hali çok normalmiş gibi ileri sürebilmektedirler. Tarih ile, coğrafi gerçeklerle ve insani özelliklerle taban tabana zıt bu durum Türkiye’yi menfi olarak etkilemekte ve sürekli bir teyakkuz halinin sürdürülmesini icap ettirmektedir. Bu halin ülkeye önemli bir yük yüklediği inkar edilemez.

Osmanlı Devleti’nin son mağlubiyetinin tescili durumundaki Mondros Mütarekesinin 98’inci ve 29 Ekim 1923’de ilan edilen yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin 93’inci yıldönümlerinde, Türkiye’nin kendi sosyal ve siyasi istikrarını sağladığı, ekonomik ve askeri gücünü geliştirdiği oranda gönül coğrafyası olarak tarif edebileceğimiz topraklarla ve kardeş halklarla daha anlamlı ilişkiler kurabileceği kanaatini taşımaktayız. İlave olarak, Türk insanının kendi tarihi ve manevi değerleri ile bağını da her daim güçlü tutmasının önemli olduğuna inanmaktayız.