'İyi düzenlenmiş bir Milis, özgür bir Devlet'in güvenliği için şart olduğundan, halkın silâh bulundurmak ve taşımak hakkı ihlâl edilemez.' Amerikan Anayasası  
 
 "Türkiye gibi yılda 3 bin kişinin ateşli silâhlarla öldürüldüğü bir ülkede..." diye başlayarak, toplumuzun şiddet düşkünlüğüne gönderme yapan ahkâma girişmeden önce, Sevgili Kardeşim, dur bir pırtık. Dur, çünkü, ateşli silâhlardan kaynaklanan "3 bin ölüm,"(1) örneğin, karayolu trafik kazalarından kaynaklanan 137 bin ölümle (2) kıyaslandığında, 70 milyon nüfuslu Türkiye'ye "maganda kurbanları kabristanı" yakıştırmasını mesnetsiz bırakır.

"Milyonu bulan ruhsatlı silâh taşıyıcıları" ile Türkiye'nin "bireysel silâhlanma cenneti" olduğu hükmünü dillendirmeden önce de, dur bir pırtık. Dur, Sevgili Kardeşim, çünkü, ahkâmına mesnet aldığın "1 milyon" sayısı, her 100 kişiye 1,4 silâh düştüğünü söyler ki, bu rakam Avrupa Birliği'ni oluşturan on beş ülkede 17,4; Avrupa Birliği birincisi barışçıl Finlandiya'da 36'dır. Bölgemizde, Yemen'de, ki kendileri bireysel silâhlanmada dünya ikincisidirler, 39; ABD'de 96, (3) yani adam başına bir silâhtır. Diyeceğim, rakamlar ülkemizin "silâhlanma çılgınlığına" kapıldığı ahkâmını mesnetsiz bırakır. "Meclis çatısı altında bir milletvekilinin diğerine kurşun sıkıp öldürdüğü bir ülke..." diye başlamadan önce de dur, bir pırtık. Dur, çünkü, "ideolojik veya siyasi nedenlerle katledilen önemli insanlar" natamam-listelerinde(4) Fransa'nın 19, Almanya ve İngiltere'nin 13, İtalya ve ABD'nin 20'şer maktulle yer almaları, (5) İsveç'in başbakan ve dışişleri bakanı (6) düzeyinde temsil edilmiş olması, ülkemiz Bakanlar Kurulu salonuna yakıştırılan "vahşi Batı'da bir şerif odası görüntüsü" benzetmesini de mesnetsiz bırakır. Sayın Gönül'ün ve silâh hediye ettiği "koruma ordusuyla gezen bakanların silâh tutkusunu... Freud'a atıf yaparak, 'silâhın erkeklik organının bir simgesi olarak görüldüğü'" üstenciliği ile açıklamaya kalkışmadan önce de dur, bir pırtık. Aynı Freud, "Silâh korkusu, cinsel ve duygusal olgunluk noksanına işaret eder" (7) diyen adamdır. Freud haklıysa, bakanların silâh taşımalarının "topluma ve kendine güvensizlikten" kaynaklandığı şeklindeki ahkâm da mesnetsizdir.

Futbolda çağdaş dünyadan masumuz

"Silâhını da organı gibi hem ödüllendirme hem cezalandırma için kullanan erkeklerin ülkesi burası. Nasıl gerdeğe de, tecavüze de aynı 'silâh'la giriyorsa, takımını kutlamak için de, lanetlemek için de kurşun sıkabiliyor..." diyerekten, Türk erkeklerini dünyadaki hemcinslerinden soyutlayıp, istenmeyen özel nitelikler atfetmeden önce de dur, bir pırtık. Dur çünkü, futbolda saldırganlık, oyunun kendisi kadar eskidir. O kadar eskidir ki, daha 1314'te, İngiltere Kralı İkinci Edward, maçlarda çıkan müteessif olayları önlemek için futbolu yasaklamak zorunda kaldıydı! Çağdaş medeni dünyaya gelince: 1982 UEFA Kupası'nda ölen seyirci sayısı 340; 1985 Brüksel Dünya Kupası'nda İngiliz erkeklerinin verdikleri zayiat 39; Arjantin'de 2002 futbol sezonunda 5. Arada ölen düzinelerce taraftar vakayı adiyeden sayıldığından, bahsetmiyorum. Bize gelince, gelmiş geçmiş en kanlı olayımız, 2000 UEFA yarı-final maçında iki İngiliz'in ölümüyle sonuçlanan trajedidir ve nedeni maktullerin rakip takım taraftarları olmaları değil, terbiyesizlikleriydi.

Öte yandan, "Meclis'te ya da Kabine'de daha fazla kadın olması oraları maçoluktan kurtarmaz; bunun için Bakanlar Kurulu salonunu vahşi Batı'da bir şerif odası görüntüsünden çıkarmak daha inandırıcı olur" telkini de dur bir pırtık uyarısını hak etmektedir. Çünkü, "Vahşi Batı" bir Holywood kurgusu olmasının dışında, Amerikan toplumunun "Silâhlı adam vatandaş; silâhsız adam ise tebadır" (8) anlayışını simgeler. Bu anlayışa göre, "Halkın silâh taşıma hakkını elinden alırsanız, köleleştirirsiniz" (9) ve "Sadece vatandaşlarından korkan yönetimler onları kontrol etmeye/silâhsızlandırmaya/ kalkışırlar". (10)

Anglo-Amerikan hukukunda "bireysel silâhlanma," yaşama hakkı, düşünce ve vicdan özgürlüğü gibi temel "insan hakları"ndan (11) sayılır; 12. yüzyılda İngiltere Kralı İkinci Henry'nin esir ve kölelerin dışındaki tüm vatandaşların savunma amacıyla silâh taşımalarını emretmesine uzanır. 1689 İskoç ve İngiliz İnsan Hakları Beyannameleri, (12) halen yürürlükte olan Kanada ve ABD Anayasalarının teminatı altındadır; (13) yönetim ve/veya özel kuruluşlar bireysel silâhlanmayı hiçbir gerekçeyle yasaklayamazlar. ABD'nin "Kurucu Babalar"ının bu tutumlarının nedeni, İngiliz sömürge ordusuna başarıyla karşı koyan ademi merkeziyetçi (anti-Federasyoncu) milislerin sivillerin denetlemedikleri bir ordunun zaman içinde demokrasiyi ve sivil özgürlükleri tehdit etmesinden korkmaları ile açıklanır. "Merkezî hükümetin bir diğer gücü de silâhlı kuvvetlerdir... /ancak/ Avrupa'daki krallıkların hemen hepsinde olduğu gibi, silâhlı kuvvetlerin etkili olabilmesi, halkın silâhsızlandırılması ile kaimdir. /Oysa/ Amerika'daki en üstün güç bile kılıç zoruyla haksız yasalar dayatamaz; çünkü halkın bütünü silâhlıdır ve Birleşik Devletler'de şu ya da bu bahaneyle oluşturulacak herhangi bir /merkezî/ nizami kuvvetten daha güçlüdür." (14)

Günümüzde bu anlayışın uçtaki bir özetini "vatandaş" Edward Abbey'in şu cümlelerinde görebiliriz: "... Demokrasinin silâhı tüfektir. Tüfekler yasaklandığında, sadece yönetim silâhlı olacak demektir. Sadece polis, gizli polis ve askerler; yani yöneticilerimizin paralı hizmetlileri. Sadece yönetimimiz ve birkaç kanun kaçağı. Kendi adıma ben o kanun kaçakları arasında olmak niyetindeyim." Abbey'den daha esprili olan Amerikalılar da var: "Eldeki tüfek, telefondaki polisten iyidir." Ya da "Kriminaller silâhsızlandırmaya bayılırlar, işleri kolaylaşır." Ya da, "Saldırı, bir davranış biçimidir, cihaz değil." Bunlar da daha bir "filozof"ça konuşanlar: "Tehlikeli silâh yoktur, tehlikeli adam vardır." (15) "Vatandaşların silâh taşıma hakkı, keyfi yönetimlere karşı bir güvencedir. Şimdilerde Amerika'da söz konusu değilmiş gibi duran ancak her an mümkün olduğu tarihin tasdikinde olan despotizme karşı bir diğer önlemdir." (16) "/silâhsızlanmada/ fayda olduğu düşüncesi yanlıştır.../çünkü/ insanoğlunu yaktığı için ateşten, boğduğu için sudan mahrum bırakmaya benzer; kötülüğe çare olmaz, özgürlüğü yok etmekle kalır... Suç işlemeye niyeti ya da eğilimi olmayanları silâhsızlandıran yasalar... cinayetleri önlemeye değil teşvik etmeye yararlar, çünkü silâhsız bir adama saldırı, silâhlı bir adama saldırıdan çok daha kolaydır." (17) "Sürgit acımasız saldırılara uğrayan bir adama kendisini savunmamasını öğretmek suçtur. Tabanca ya da tüfek sahibi olmak yasaldır. Bizler yasalara saygılı olmaya inanırız." (18) En çarpıcılarından birisi de, geçtiğimiz aylarda bireysel silâhsızlanmayı savunan Economist dergisi editörüne gelen bir okuyucu mektubu: "Bağdat halkı, Amerikan kıtalarını Irak'ın yasal düzenini darmadağın etmekle suçluyor. Çözüm basit... Protestocuları Irak'ın dört bir yanında tepelenmiş silâh yığınlarına yönlendirin, her birine bir adet Kalaşnikov, 30 salvoluk mermi verin ve kollarına üzerinde fosforlu harflerle Arapça ve İngilizce 'Mahalle Nöbetçisi' (19) yazan bir kolluk takın, 'Yallah... Burası sizin şehriniz, sorunu kendiniz çözün, bizi de işler çığırından çıkmadıkça aramayın!' deyin.

Çözüm basit: Iraklıları silahlandırın

Böyle yaparsanız bir anda Iraklılara yağmacıları durdurma imkânı tanımış olur; adamları yeni Baasçılara karşı donatır, geleceklerini kendi ellerine almalarını sağlar, koalisyonun Irak'ı kurtarmakta ciddi olduğunu gösterirsiniz. Silâhlar birtakım rezillerin eline geçmez mi? Elbette, geçer ama onlar zaten silâhlıdırlar. Ne var ki, bu defa her bir kötüye karşı normal bir yaşam isteyen, bu kâbusu bir daha görmek istemeyen bir düzine silâhlı Iraklı olacak ve bu insanlar dileklerini mahallelerinde dolanan serserilere ellerinde bir Kalaşnikov olduğu halde anlatabileceklerdir. Mademki Iraklılar artık özgürlüğün tadını aldılar, bırakın bu rezilleri onlar halletsin. Siyasi güç dediğiniz, bir tüfeğin namlusundadır... Öyleyse bırakalım, herkesin bir tüfeği olsun."

Bizim geleneğimize gelince, Amerikalılarınkinden uzlaşmaz boyutlarda farklı mıdır? Durup, bir pırtık düşünmek lâzım. Malum olduğu üzere, 15. yüzyılın ikinci yarısından 16. yüzyılın sonuna kadar Osmanlıların seferber edebildikleri 300.000 kişilik kuvvetin sadece 25.000'ini muvazzaf (profesyonel) askerler teşkil eder, Osmanlı ordusunun asıl bölümünü Eyâlet Askerleri olarak bilinen taşra milisleri oluştururdu. Eyâlet Askerleri, genelde kılıç, ok, hançer vb. ile donanmış atlılardı ve kendilerine tahsis edilen toprakları (Tımar) korurlardı. (Yeri gelmişken, at-avrat-silâh üçlemesindeki "avrat," burada eş ve aile anlamındadır; Batı dillerinde "triad" ya da "hendiatris" olarak bilinen, örneğin, Almanca "Wein, Weib und Gesang" ya da İsveççe "Vin, kvinnor och sång" yani şarap-kadın-şarkı üçlemesinin ima ettiği maço sefahati yansıtmaz.) Ateşli silâhların keşfi ile birlikte tüfek ve tabanca kullanmaya başlayan Eyalet Askerleri, Amerika'daki milis kuvvetlerini anımsatan birimlerdir. Federal orduya benzeyen yapılanma ise Kapıkulu Askerleri olarak bilinen, doğrudan padişaha bağlı seçkin birliklerdir ki, Yeniçeriler ve Sipahiler bu sınıflandırmaya dahildirler. Sayılarının 10-12.000 civarında olduğu kaydedilen Sipahilerden her birisi 2 ilâ 6 atlı bulmak, eğitmek ve silâhlandırmakla yükümlüydü. Bunlardan başka yaya Başıbozuklar ve atlı Akibiler vardı. Gayri nizami bir güç oluşturan bu askerlere maaş verilmez, geçimlerini ganimetten sağlamaları beklenirdi ki, bunlar da "Vahşi" daha doğrusu "Yaban Batı"nın verimli topraklarına, Kaliforniya'nın altınlarına hücum edenleri anımsatırlar.

İşaret etmeye çalıştığım şu: Bireysel silâhsızlanma "hümanist" bir tercihten öte, ülkenin güvenliğini ilgilendiren bir konudur. Bu çerçevede "Sayın Bakanlar! Lütfen silâhlarınızı bırakın! Elinizi başınıza koyup düşünün! Sonra görevinizi teslim edin!" (20) noktasına gelmeden önce üzerinde uzun uzun ve uzman bilgileriyle donanmışlar tarafından tartışılması gerekir. Umut Vakfı'nın acılı mütevellileri fonlarını bu konuda tarafsız ve şeffaf araştırmalara yönlendirirlerse, ülkemize büyük iyilik yapmış olurlar. Ola ki, Economist okurunun sözlerinde bir gerçek vardır: "Hitler, Stalin, Mao, Pol Pot, /Saddam/ tarafından katledilmiş milyonlar, böylesine sessizce boyun eğmezlerdi eğer cinayetleri önleyebilecek imkânları olaydı. Bu adamların meczup olmaları bizi asrımızın temel doğrusunu teslim etmekten alıkoymamalı..."

(1) 3 bin/70 milyon = 0,0000429. (2) Tam rakam, 2006'da 137.409; 2000'de 119.374, ki, bu, sadece kaza anındaki ölümleri kapsar. Gerçek rakamın 270 bin civarında olması beklenir. Bkz. Karayolları ve Yol Güvenliği Araştırma Enstitüsü istatistikleri. (3) Birleşmiş Milletler, "Small Arms Survey 2003". (4) "Incomplete List of Assasinated People" Wikidepia. (5) 1960'tan bu yana. (6) Sırasıyla Olof Palme, 1986; Anna Lindh (2003). (7) "A fear of weapons is a sign of retarded sexual and emotional maturity." (8) "An armed man is a citizen. An unarmed man is a subject." (9) "When you remove the people's right to bear arms, you create slaves." (10) "Only a government that is afraid of its citizens tries to control them." (11) "God given right to bear arms". (12) Scottish Claim of Right, English Bill of Rights. (13) "Second Amendment" (İkinci Bölüm). (14) Noah Webster. (15) Robert A. Heinlein. (16) Hubert H. Humphrey. (17) Thomas Jefferson. (18) Malcomb X. (19) "Neighbourhood Watch". (20) Can Dündar, Milliyet 9 Ağustos 07.
 

Kaynak: Zaman