Önceki hafta sonu Amasya’daydım. Üstün Bol ve eşi Ayşenur’un daveti üzerine kız kardeşimle gitmiştik. Ayşenur’un alim ve fazıl şahsiyetleriyle tanınan ailesi Amasya ve Ankara’da yaşıyor. Evleri müsaitti. Kız kardeşimle, Yeşilırmak’a bakan butik otellerden birinde kalalım istedik.

Butik oteller ırmağın kıyısındaki Yalıboyu evlerinin arasında irili ufaklı binalar halinde akıp gidiyor. 19 Mayıs günüydü, kalabalıktı şehir, iç turist akını vardı. 8500 Pansiyon, Harşena Otel, Otel Susesi, Uluhan Otel… Sabah saatlerinden itibaren otel aramaya başladık, uğradıklarımızda hemen hiç boş oda yoktu. Grand Pasha Otel’de iki oda bulduk, ama yeni badana yapılmıştı, yağlıboya kokuyordu, tereddüde düştük. Yine de geçici bir kayıt yaptırdık. Giriş katında da boş bir takım oda vardı, kız kardeşim gürültü olur diye istemedi. Ayrıldık otelden. Bir yandan otel ararken ırmağın etrafındaki ilginç binaları gezecektik.

Yükselme dönemine özgü devingen mimari şehrin karakterini oluşturuyor. Amasya, Osmanlı’nın “Doğu Başkenti” olarak belirlediği şehirdi ne de olsa. 19. Yüzyıl’da Avrupa’da “Doğu”nun Oxford’u” diye anıldığı olmuş.

Amasya Şehzadeler şehri. Buna karşılık şehzadelerin bu şehirde meskun olduğunu gösteren saray tipi bir yapıya veya kalıntıya rastlanmıyor. Kralkaya mezarlarına çıkarken dağın eteklerinde bir hamamın kalıntısı ve başka kalıntılar var, ancak bir saray kalıntısından söz edilemez. Daha sonra Sabuncuoğlu Müzesi bahçesinde karşılaştığımız Vali İbrahim Halil Çomaktekin Bey, şehzade meskenleri üzerine kısaca bilgi verdi. Amasya’da ikamet eden şehzadeler sarayda yaşamıyor, mütevazı bir hayat sürdürüyorlarmış. Ayrıca şehrin şehzadelere eğitim alanı olduğu dönem de henüz debdebenin, şatafatın o denli belirgin olmadığı yükseliş yılları.

Saray kültürü bazen sofrada, bazen bir el işinde, bazen ince bir cümlede kendini duyuruyor. Mihri Hatun’un mısraları 15. Yüzyıl’dan yükselip şimdiye ulaşıyor: Şehir 1460 doğumlu şairesini hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışıyor. Belediyenin 4. Mihri Hatun Şiir Yarışması’nın duyurusu adım başı karşımıza çıktı. Ferhat ile Şirin ise dağın başından yeraltına uzayan galeriyi adımlarken, aşk ve emek üzerine düşünmeye sevk ediyor. Amasya Yöresel Sanatlar Eğitim Üretim ve Satış Yeri’nin bahçesinde semaver kurulu masanın davetini geri çeviremedik. Yanı başımızda üzeri kapatılmış bir kuyu vardı. Orada ilginç bir sohbet gerçekleşti. Seferberlik, tehcir, Şahmeran masalını hatırlatan kuyu hazineleri rivayetleri… Tehcirden sonra binalar, mezarlıklar, aynı sebeple delik deşik edilir. Vefasızlıkla unutulmaya terk edilmiş geçmişin tek hazinesi sanki kuyu taşları ardına gizletildiği düşünülen altın ve mücevher dolu sandıklardır.

Kitaplara, kütüphanelere ne oldu? Şehrin yeni kurgusunda ilim/medrese kaynağının apaçık bir şekilde devre dışı bırakıldığını anlattı bana, Amasya denildiğinde aklıma gelen birkaç isimden biri olan Asım Gültekin. Medreseler şehri olarak bilinen medreseler kaldırılınca ne olur? “Bir de tekkeleri kapatınca şehir kurumaya terk edilmiş oldu.”

Amasya, Osmanlı’nın yükseliş dönemlerinden itibaren şehzadesiz kalmış bir şehir. Devletle ilişkisinde yitirilen o alanın boşluğu hiç kaybolmamış sanki.

İyi ki evlatlarını ağırlamaya devam eden bahçelerini korumuş Amasya.

Şehir değerler yetiştiriyor ama bu değerler saraya ya da merkeze ulaşma çabasında bir dereceye kadar başarılı oluyor. Geriye dönüyor ilim adamı ve kendi bahçesinde sürdürüyor çabasını. 600 sene önce de böyle, bugün de.

İlk örnek, Mücerrebnâme eserinin sahibi, 1386 Amasya doğumlu cerrah hekim Sabuncuoğlu Şerefeddin. Fatih döneminin meşhur hekimlerinden biri ve o denli dikkat çekici çalışmaları var ki yükselmekte olan bir ruhu temsil ettiği söylenilebilir. Kitaplarında yer verdiği soy kütüğüne göre babasının adı Ali Çelebi, dedesinin adı Sabuncuoğlu Hacı İlyas Çelebi’dir. Her ikisi de dönemlerinde hekimbaşı olarak görev yapmış. Sabuncuoğlu Şerefeddin ise 17 yaşında başladığı hekimlik mesleğini 14 yıl sürdürmüş ve cerrahi alanda döneminin ilerisine geçen usul ve araçlar kullanmış. “Vicdanın daima hırsının önüne geçsin” sözünün sahibi, temel tıp deneyimlerini, klinik tıp uygulamalarını ve buluşlarını meslektaşlarına aktardığı Türkçe eseri Mücerrebnâme’yi padişaha takdim için saraya gittiyse de etrafını çevreleyen danışmanlarının işgüzarlığı nedeniyle Fatih’e ulaşamamış ve kitabını bırakarak Amasya’ya dönmüş. Daha sonra kitap bir Fransız elçiye hediye edilmiş ve içeriğinin etkisiyle Avrupa’da kaynak olarak tanınıp ünlenmeye başlamış.

Aktardığım bilgiler, Belediye’de Başkan Yardımcısı olarak görev yapan, aynı zamanda kültür ve sanat birimleri oluşturmaya çalışan Osman Akbaş’ın, açılmasına büyük emek verdiği Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi’ni gezdirirken anlattıklarından aklımda kalanlar.

Onca emek verdiği döneminin ilerisinde bir içeriğe sahip kitabına özensiz muamelenin ardından saraydan ayrılıp da Amasya’ya dönerken Sabuncuoğlu’nun duyguları kimbilir ne denli buruktu. İktidar alanı heveslilerinin ittifakı karşısında çalışkanlığına ve ilmine güvenen insanlar ne denli nahif, yalnız, savunmasız!

Bir bakıma şöyle sanki: Saray Amasya’ya uzanıyor ama Amasyalı saraya öyle kolay ulaşamıyor. Şair Mihri örneği aykırılık teşkil ediyor mu emin değilim. Kendi dönemi içinde Amasya’nın seçkin bir ailesine mensubiyetiyle adeta saray çevresine de uzanan bir edebi kamu içinde aykırı bir varlık edinmiş gibi görünüyor Mihri.

Amasya günlerinde Ayşenur Bol’un amcası müteveffa müftü Selahattin Karahocagil Hoca’nın eşi ve çocuklarıyla da tanıştım. Hoca vefat edeli iki yıl olmuş, eşi Kadriye Hanım için ise göçünün acısı taze. Ortak geçen yarım asrı aşkın hayatlarından sayfalar aktarıyor. Kendi kendini yetiştirmiş, birkaç dil öğrenmiş ve ilmiyle akademisyenleri şaşırtmış olan hoca, bir bakıma hemşehrisi Sabuncuoğlu’nun kaderini paylaşmış gibi göründü bana, farklı bağlamlarda hakkında anlatılanları dinledikçe. Müftülük hayatı boyunca dini ilimlerle bu ilimlere ihtiyaç duyan insan arasındaki aşılmaz duvarları kırma çabasıyla ünlenen hoca, bürokrasi ve çıkar ilişkilerinin oluşturduğu ağın kendine özgü kurallarını hazmedemediği için sonuçta 1997’de emekliye ayrılarak Amasya’nın kucağına geri dönüyor ve 2011’de vefat edinceye kadar ilim halkalarında hizmet etmeyi sürdürüyor. Aile fertleriyle Engülez Dağı eteklerindeki Çakallar Mevkii’nde geniş aileye ait bağ evinde sürdürdüğümüz sohbet sırasında rahmetli Karahocagil’in ömrünün son demlerine kadar süren okuma araştırma ve anlatma arzusunun nasıl da aynı zamanda statüko tarafından dışarıda tutulma sebebi olabileceğini gösteren ayrıntılar dinledim.

Ayşenur, “çocukluğumun kitap kokusu ve tabii sevgisinin kaynağıydı amcam. Çok çalışmanın, sınırları zorlamanın kitaplardan taşıp gerçek hayata karışan örneğiydi” diye anlatıyor, Karahocagil’i.

Bir ilim adamı belki de en verimli döneminde nasıl küskünlüğe ve inzivaya terk edilir?

Kültür üretilir, medeniyet ise bu üretimi fark etmekle güçlenir. Kendi döneminin ilerisine geçen çabaları fark yerine göz ardının sonucu ise Akif’in ifadesiyle, “izmihlal”.

Osmanlı’dan mirasımız olan merkezin taşra insanını öncelikle siyasi güç potansiyeli olarak görme alışkanlığını kırmadığımız sürece bir kadir kıymet bilmezliğin kısır döngüsü içinde kalacak ve ola ki nice değerli insanımızı eserleriyle birlikte -gecikmiş olarak- Batı referansı dolayımıyla fark edeceğiz.