Biz Araplar ve Müslümanlar neden demokratik sistemin ilk kurucuları olmadık? Niçin, yüzyıllar boyu bozguncu rejimlerin varlığını meşrulaştıran ve ondan daha az bozguncu olmayan "adaletli diktatör" gibi alternatifler arayarak, kısır bir fikri manzume içerisinde debelendik durduk? Niçin kapitalizmi, sanayileşmeyi, bilgisayarı ilk kez biz keşfetmedik, genlerin esrarlı dünyasına ilk giren biz olmadık, ilk kez aya çıkmayı başaran neden biz değiliz türünden sorular...

Bu sorular bizi kendiliğinden yetmişli yılların sonlarında neden geri kaldığımızla ilgili tartışmalara, çeyrek asır boyunca zihnimde oluşan cevaplara ve "Bu çağda bir yerimiz olsun" adlı kitabımda önerdiğim nihai olmayan yanıtlara götürüyor. Bu düşüncelerimi ortaya koyarken benden önce, halkların dinleri ve etnik kökenleri ne olursa olsun hepsinin aynı zihni kudrete sahip olmasına rağmen farklı ilerleme biçimleri göstermelerinin nedenlerini araştıran Amerikalı yazar Jared Diamond'un fikirlerinden etkilenmiştim.

Bu sorudan daha önemlisi bu sorunun tam zıddıdır, Yani, tekrar geriliğe dönmemizi imkansız kılacak bir yol bulabilecek miyiz? En iyi öğretim sistemini, en tutarlı kültür yapısını, en faydalı bilimsel ilerlemeyi, en iyi ekonomik, hukuki, güvenlik, sağlık sistemini nasıl kurabiliriz? Kendisi olmaksızın gelişmenin mümkün olmadığı maddi ve manevi zenginliği inşa etmeye muktedir bir zihni enerjiyle donanmış bir halk nasıl yaratılabilir?

Zira bizim karanlık tarihimiz, rejimlerin kurulması ya da çöküşünde en büyük rolü oynayan unsurun siyasi düzenin doğası olduğuna dair en güçlü tanıktır. Artık en büyük kaygımız, yıkılmadan hayatiyetini devam ettirecek bir siyasi sistemin kurulması olmuştur.

On beş asır boyunca serap peşinde koşmak dışında hiçbir şeyde başarılı olamamamızı göz önüne almaksızın hilafet hülyaları peşinde koşan küçük bir azınlık mevcut olsa da, bugün, diktatörlüğün bütün şekillerini tattıktan sonra Araplar açısından açıktır ki yaşaması mümkün olan tek rejim demokrasidir.

Bir gün tarihçilerimiz, demokrasiyle ilişkimizin üç aşamasını inceleyerek bunun koşullarını, baş aktörlerini ve sorunlarını ele alır umudundayım. Bu aşama, 19. yüzyılda Batılı sömürgeyle ve siyasi düşünceyle yakın temas kurulmasından sonra yaşanan bir keşif dönemidir. Ardından 20. yüzyılın başlarından itibaren bunu stratejik bir seçenek olarak benimsemeyerek anlamaya çalışma ve son olarak da yaşadığımız merhale yani zihnen benimseme aşaması gelmiştir. Arap devrimleri, ister milliyetçi, ister sosyalist isterse İslamcı olsun, siyasi bakımdan çarpık ve ifsat edici olduğu anlaşılan diktatörlüğe alternatif olarak demokrasiyi dayatmıştır.

Sorun, Arapların çoğu bakımından zihni alışkanlık aşamasının, hazır reçetelerin uygulanması anlamına gelmesidir. Burada dört dinamik söz konusudur. Bireysel özgürlükler, toplumsal özgürlükler, yargı bağımsızlığı ve serbest seçimler aracılığıyla iktidarın barışçı el değiştirmesi. Bazıları, bu mekanik uygulamanın doğru bir yönetimin ve siyasi sistemin kurulacağı için yeterliği olduğunu zannetmektedir.

Bu tür bir bakış açısı, demokrasiyi sadece sonuçlarına ve düzgün yönetimi de demokrasiye indirgemektedir. Zira gücün doğasıyla ilgili yüzeysel bir bakış açısı oldukça yaygındır. Tunus'taki kurucu mecliste tartışmalar bu şekilde yürüyor. Birileri İngiliz tipi parlamenter rejimi savunurken diğerleri de başkanlık rejimini savunuyorlar. Birinci ekip ağacın meyvesini ancak belirli bir tip toprakta vereceğini unutuyorlar. Parlamenter rejim, İngiliz tipi bir Batı kültürüne sahip olmayan iki ülkede , Almanya'da otuzlu yıllarda Nazi rejimiyle sonuçlanırken, Fransa'da ise kronik bir istikrarsızlığa yol açmış, bu nedenle de Fransız halkının 1958 yılında ezici bir çoğunlukla yarı başkanlık rejimi lehinde oy kullanmasıyla sonuçlanmıştır.

Başkanlık sistemini savunanlar bu rejimin bir çok ülkede diktatörlükle sonuçlandığını, Tunus'un onunla 60'lı yıllarda tanıştığını görmezden geliyorlar. Daha da tehlikeli olan ise kalkınma ve sosyal adaletin sağlanması noktasındaki temennilerini gerçekleştirme gücüne dair bütün umudunu yitirdiğinden dolayı halkımızın diktatörlüğe başkaldırmasıdır. Aynı nedenden dolayı demokrasiye de başkaldırabilir.

****

Demokrasiyi içerden eleştirecek bir Arap demokrasi düşüncesi gelişmediğinden Arap demokratları aynı anda iki cephede birden savaşmak zorunda kaldılar. Birincisi, Siyasal İslam'la ikincisi ise diktatörlükle mücadele. Ardından, kaba hatlarıyla demokrasiye sarılarak sırf demokrasinin düşmanlarına koz vermemek için demokrasinin eksikliklerine ve sınırlılıklarına değinmemeyi tercih etmişlerdir.

İster laik isterse İslami arka plana sahip olsun, Arap demokratların iktidara gelişi, demokrasinin insanların günlük sorunlarını halledebilme gücü ya da en kötü ihtimalle hayatın zorluklarının adaletli bir şekilde herkes arasında paylaştırma gibi meselenin özünü teşkil eden konulara girebilmek için kaçınılmaz olmuştur.

Demokrasi, uygulama açısından iktidarın ve zenginliklerin paylaşılmasında sert toplumsal mücadeleleri belirli kurallar manzumesine bağlamak, bu mücadelenin barışçıl bir şekilde geçmesini sağlamaktır. Ancak, daha derine inildiğinde ezilmiş ve bastırılmış çoğunluğun derin bir talebi yani, demokrasinin kendisi için iki temel hedefi gerçekleştirmesidir: Özgürlük ve adalet.

Tecrübeyle sabit olan şudur ki demokrasi, özgürlük taleplerinin yerine getirilmesinde son derece başarılıdır. Bu da bir derece toplumsal tıkanmayı azaltıcı bir etkiye sahiptir. Ancak adalet taleplerinin yerine getirilmesinde ise daima başarısızdır. Bu ise söz konusu tıkanıklığı artırır. Amerika'da nüfusun %20'si banka mevduatlarının %93'üne malik iken, Fransa'da %1'lik kesim, milli servetin %24'üne sahiptir. Daha fakir %50 ise zenginliğin sadece %6'sına sahiptir.

Şaşkınlık yaratan soru, çoğunluğun adaletin üçlü dağıtımı noktasında; yani iktidarın, zenginliğin ve fırsatların eşit dağıtılmasında neden yetersiz kaldığıdır. Halbuki bu eşitliği oy sandığında ve iktidarın anahtarlarının elinde olduğu düşünülen temsilcileri iktidara ulaştırmayı sağlayabilmektedir.

Her bireye eşit oy hakkı talebinin 19. yüzyılda Batı'da büyük bir direnişle karşılaştığını hatırlayalım. Sadece varlıklılar ve erkekler oy kullanabiliyordu. Kadınlar Fransa'da oy hakkına ancak 1946 yılında kavuşabilmişlerdi. Direnişin nedeni, burjuvazinin, çoğunluğu oluşturan fakirlerin parlamentoda gücü ele geçirerek bütün düzeni alt üst etmelerinden korkmalarıydı. Bu kaygıların çok da temeli olmadığı ortaya çıktı zira, herkese oy hakkı hiçbir zaman ihtiyaç sahibi çoğunluğu iktidara gelmesiyle sonuçlanmadı. Aksine, Amerikan Kongresi'ndeki milyonerlerin temsilinin toplumdaki oranlarına nazaran elli kat daha fazla olduğunu gördük.

Bu paradoksu nasıl izah edebiliriz? Bunun nedeni, paranın gücünün aslında vatandaşları, bizzat kendi fakirliklerine neden olan insanları seçmeye zorlama/ikna etme gücüne sahip olmasıdır. Böylece değiştirmek için mücadele verdikleri sosyal düzeni korumaya başlarlar. Son yıllarda Batı'da sarsıntılar yaratan finansal ve ekonomik kriz, şirketlerin ve bankaların demokratik bir devlete nasıl tahakküm ettiklerini ve aristokratların çıkarlarına hizmet ettiklerine dair bir bilincin yükselmesini sağlamıştır.

Sorun, küreselleşen kapitalin, demokratik devletin en önemli iki hedefinden birini tahakkuk ettirme noktasındaki yetersizliğini ortaya koyan tek düzen olmamasıdır. Demokrasiyi sürekli olarak tehdit eden başka gruplar da vardır. Yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki dağılıma dair halkın temsilcileri arasında sürekli bir çekişme hali yaşanırken, fiili iktidarın devasa bir kısmının, sadece ekonomik düzenin kurumları arasında değil aynı zamanda ordu, din adamları, bürokrasi, istihbarat aygıtları, medya ve hatta mafya arasında paylaşıldığına şahit oluruz.

Çıkıp da birisi ekonomiye hakim olan, suçu takip eden ve medyayı düzenleyen hep siyaset kurumu değil midir diye bir soru sorabilir. Evet doğru. Ancak bir başka doğru olan şey, aynı zamanda mafyanın siyaset kurumuna sızmasının, ekonomistlerin ekonomik düzeni kendi çıkarlarına hizmet ettiren bir yapıya dönüştürmesi, basın mensuplarının medyayı istedikleri gibi yönlendirmeye çalışmaları, istihbarat birimlerinin şantaja ve ordunun da siyaset kurumunu tehdide gücü yetebilmesidir. Bu yüzden, siyasiler bütün zamanlarını insanların sorunlarını çözmek için değil, kendileri gibi seçmen denetimine tabi olmayan başka güçlerin yollarına koydukları mayınları temizlemeye harcarlar.

Öyleyse geleceğin çok daha fazla sorunlu olacağından hareketle, iktidar dağılımı, düşündüğümüzden çok daha karmaşık ve zor bir şekilde gerçekleşmektedir. İktidarın tarih boyunca seyrini izleyenlerin de bildiği gibi kanun, totaliterlikle bireyselcilik arasında gidip gelmiş, iktidar daima ordu komutanları, din adamları ve tüccar arasında dağıtılmıştır.

Bunun böyle oluşu kesindir zira, beşeriyetin toplayıcılık ve avcılıktan tarım, sanayi ve bilgi toplumuna geçişinde insanlık toplumlarının yapısı giderek daha kompleks bir hal almaktadır. Her ilerleme kaydedişte, her yeni aşamaya geçişte uzmanların sayısı ve buna paralel olarak nüfuzları artmakta, sonra giderek iktidarın daha da büyük bölümüne sahip olduklarından pastayı hırsı ve kıskançlığı giderek artan taraflar arasında paylaştırmaktadır.

Öyleyse siyasetçiler, peygamber-kraldan sadece mutlak iktidarın belirli bir kısmını almaktadırlar. Demokratlar ise kendi aralarında zaman kısa olduğundan, şüpheyle dolu kesin değerlendirme bağlarıyla elleri kolları bağlanmaktadırlar. Buna karşın çağdaş toplumlarımızda ordunun, istihbarat aygıtının, paranın, teknokratların, medyanın ve hatta örgütlü suç teşkilatlarının vatandaşlar karşısında hiçbir sorumluluğa sahip olmadıklarını, kimseye hesap verme gibi bir dertlerinin olmadığını görürüz. Onlar her zaman genel değerlendirmenin dışında bırakılmışlardır. Devasa bir servetin, ya da reytingi yüksek bir televizyon kanalının ya da bürokratik bir gücün veyahut istihbarat aygıtının önceden belirlenmiş bir varisi yoktur.

FBI Başkanı Edgar Hower örneğini burada hatırlayalım. Görevine 1924 yılında başlayan ve 48 yıl koltuğunu korumayı bilen Hower, kimisine şantaj yaptığı sekiz başkanla çalışmıştı. Son dönemde Hower'in işlenen suçlarda ciddi ölçüde payının olduğu anlaşıldı.

Öyleyse iktidarın tabi olduğu kuralla bağlı olmayan güçler var ve bunlar herhangi bir denetime, değerlendirmeye tabi olmadıkları gibi koltuklarını da öyle kolaylıkla bırakmıyorlar. Ayrıca yönlendirmeleriyle isterse siyasi iktidarda yıkıcı etkiler bırakabildiği gibi, kamu çıkarlarına en büyük zararın verilmesi anlamına gelen yolsuzluk ve idareyi suistimal gibi eylemlerle perde gerisinde saklanmaktadırlar. Perdenin arkasında gizlenen güçlerin arasındaki ortak payda, küçük bir azınlığın iktidardan olabildiğince büyük payı almasıdır. Bu yüzden adalet taleplerini doğrudan diktatörce yöntemlerle ya da dolaylı olarak demokrasiyi kullanarak elinden geldiğince engellemeye çalışırlar. Bunların hiçbirini yapamazlarsa, en azından ayrıcalıklarının tehdit edildiğini gördüğünde demokratik süreci kesintiye uğratmaya çabalarlar.

Açıkça görülen şu ki, doğru bir yönetim için demokrasi, zaruri bir şarttır. Ancak, yeterli koşul değildir. O tek eliyle siyasi iktidarın üç dinamiğine, yani yasama, yürütme ve yargıya başka güçlerin dokunmasını zorlaştırırken medya ve ekonomi gibi başka güçlere egemen olma yönündeki etkinlikleri, -durum istihbaratın ve mafyanın gücüyle alakalı olduğunda- oldukça zayıftır.

Öyleyse şu teorik soruyu sormak kaçınılmaz olmaktadır: Hangi istikrarlı ve etkin demokratik siyasi sistem, diktatörce yöntemlere başvurmadan gizli aristokratların etkinliğine son verebilir? Zira diktatörce yöntemlere başvurmak, sorunun kendisini sorunlu olan başka bir yöntemle çözmek demektir. Bir başka ifadeyle hastalığın başka bir hastalıkla giderilmesi gibi bir şey.

Siyasi düzeyde özgürlük ve adalet için mücadele eden demokratların, vatandaşların denetimine tabi olmayan bir takım kişi ya da grupların dışında kalan insanlarla ittifak etmeleri gerektiği oldukça açıktır. Böyle kişilerin sayısını artırmalı, gizli iktidar peşinde koşanların arkasına saklandıkları perdeyi kaldırmalı, onların bütün faaliyetlerini aydınlıkta yapmaya mecbur bırakmalıdır.

Bu durum bizi, anayasa, kanunlar ve hukuki ve siyasi mekanizmalara ilişkin yenilik ve yaratıcılık gibi konularda büyük bir meydan okumayla karşı karşıya bırakmaktadır. En azından başkalarının tecrübelerini inceleyerek adaleti temin ve özgürlüğü korumayı sağlayacak en işlevsel yöntemleri öğreninceye kadar bu böyledir. Bu birinci sorundur. İkinci husus, doğru bir yönetimi inşa etmek, bir başka ifadeyle gizli aristokrasi hakkında doğru bilgiye sahip, yolsuzluklarla denetim ve muhasebe mekanizmalarıyla mücadele eden vatandaşlardan oluşan bir toplum kurmak. Bu bitmek bilmez bir mücadeledir zira, yolsuzluk, kökü sökülerek zararı engellenemeyen zehirli bir ottur. Onunla ancak sürekli bir kök kazıma operasyonları gerçekleştirilerek mücadele edilir. Bekçilerin inadı her zaman hırsızların inadından daha kavidir.

Bugün, yeni nesillerin gerçek iktidarın en incelikli bir şekilde tespitinden, adaletli bir şekilde dağıtılmasından ve tutarlı mekanizmalar oluşturulmasından daha önemli bir şey yoktur. Vatandaşlık dersinin ilkokullarda, liselerde ve üniversitelerde okutulmasından ve okullarda başarılı olmanın zorunlu kılınmasından daha önemli bir şey de yoktur. Sadece okullarda ders müfredatı içerisine sokulmakla yetinilmemeli, aynı zamanda vatandaşların hayatı boyunca üzerinde durması gerektiği bir konu olduğu mutlaka anlatılmalıdır. Adaletin özgürlüklere özgürlüğün de adalete feda edilmemesi için sivil toplum kuruluşlarının her birimi, özgürlüklerin korunması için sürekli teşvik ve gerekirse finanse edilmelidir.

Öyleyse iyi ve olgun bir toplum olmadan iyi ve olgun bir yönetim gerçekleşmez. Biri olmadan diğerinin olması mümkün değildir. Bizleri bekleyen nice teorik ve pratik meydan okumalar var. Devrim, hazır reçetelerin aktarıcısı değil yenilikçiler ve yaratıcılar olmamız için bize fırsat tanımaktadır.

* Munsıf el Marzuki, Tunus Cumhurbaşkanı

Dünya Bülteni için el Cezire'den Faruk İbrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir.