Türkiye'nin dışa açılmasında, daha önceleri gidilmemiş, görülmemiş ülkelerle ilişkiler kurmasında iş çevrelerinin büyük etkisi olduğu biliniyor. Küreselleşen dünya dinamiklerine ayak uydurma gayreti içinde olan firmalar, dünya ile rekabet etmenin önemine inanan gençler, başka dünyaları anlamadan kendini anlamanın mümkün olamayacağını fark edenler, kaplarına sığamayarak Türkiye'yi dünyaya açacak toplumsal baskıyı yarattılar.

Yaratılan baskılar 90'lı yıllardan itibaren siyasi irade ve iktidarlar tarafından benimsendi ve başlangıçta yavaş ilerleyen dışa açılma, giderek vazgeçilmez bir yaşam biçimi haline geldi. Türk vatandaşları başkalarının başka yüzleriyle karşılaştıkça ve bu başkalarının da kendi başka yüzlerini görmeleri sağlandıkça ilişkilerdeki yabancılaşmalar azaldı. Dıştakilerle yürütülmeye başlanan ilişkilerin ilk dönemlerinde, karşı karşıya gelenlerin ellerinde daha önce o ülke ya da halk hakkında öğretilmiş bilgiler vardı. Avrupa ülkeleriyle ilişkilerde "Sevr sendromu", ABD ile ilişkilerde "Johnson mektubu" düşünce alt yapısına katkı sağlarken, Arap halklarının ihanetçi, Ermenilerin işbirlikçi, Pakistanlıların kardeş, Kürtlerin bölücü olduğu akılların bir yerlerinden harekete geçerdi.

Daha çok ortak iş yapıldıkça, daha fazla gidip gelindikçe, kısacası gerçekten tanıştıkça tüm halkların aynı sepete konamayacağı ve öğretilenden farklı durumların ortaya çıktığı anlaşıldı. Bu ikinci aşamadan sonra, genellemek çok mümkün olmasa da, üçüncü bir aşamaya geçildiği söylenebilir. Bu aşama, bir toplumun yaşam kalitesinin yükselmesi bakımından en umut veren aşama gibi gözüküyor.

Artık dış ile iç içe geçenler, yurt dışında yatırım yapan, çalışan, okuyan kişiler ve yurt içinde başka ülke vatandaşlarıyla ortaklıklar kuranlar oluşturdukları yeni anlayışların arkasını anlamaya yöneliyorlar, üstelik bunu profesyonelce yapıyorlar.

Bir örnek verelim. Kayı İnşaat, Kuzey Afrika, Orta Asya ve Rusya'da yatırımları olan bir firma. Yaklaşık yirmi yıldır faaliyet gösteren şirket genç yönetim kadrosuyla, gittikleri ya da gidecekleri ülkelerin toplumsal ve tarihi gerçekliklerini anlama ihtiyacı duymuş ve bu iki nedene dayandırılıyor. Birincisi, yatırım yapılan yerdeki toplumsal ve ekonomik davranışları şekillendiren olguların kökenini öğrenmek. İkincisi ise, firmalarında çalışan yabancı uyruklu kişilerin mesela Filistinlilerin, Lübnanlıların ya da Suriyelilerin neler yaşadıklarını, nerelerden gelip nereye evrilmek istediklerini anlamak. Bu iki soruya yanıt aramak için her hangi bir web sitesinden yararlanmak yerine, üniversitelerden yardım almayı tercih etmişler, seçtikleri kişiyi şirkete davet edip sorularına yanıt aramışlar. Umalım ki, sorularına yanıt bulmuş olsunlar.

Örnekteki firma gibi çok sayıda kuruluş bulunuyor Türkiye'de. Artık kanaatlerin yetmediğini görmek öğrenmenin başlangıcı, öğrenmeyi öğrenmek de ikinci adımı. Başka insanları, halkları, inançları, deneyimleri öğrenmeden anlamanın mümkün olamayacağı, anlamadan da iş yapılamayacağı ortada, ama bundan daha önemlisi durumu fark edenlerin sayısının giderek artıyor olması.

Bu tür arayışların üniversite çevrelerine katkısı da unutulmamalı. Bilim yenilenmek zorunda olan bir alan ve paylaşıma açılmadığı sürece yenilenme ihtiyacı hissedilmeyebilir. Özellikle uluslar arası ilişiler disiplini çalışanlarının, bu tür işbirlikleriyle uzmanlıklarının hayatta ne işe yaradığını anlamaları da sağlanıyor. Bilgilendirirken bilgi edinmeye, başkalarına başkalarının gözüyle bakabilmeye yarıyor.

Öngörüleri ve yaklaşımları küresel değişimle bu kadar örtüşen geniş kitlelere sahip Türkiye'nin neden bir türlü kritik eşikleri aşamadığını anlamak ise giderek daha zor hale geliyor.

Kaynak: Star