Süleyman Seyfi Öğün gündemdeki tartışmalara klişe dışı yaklaşımlarıyla okumayı önemsediğim bir yazar ve sanat üzerine, muhafazakâr sanat üzerine de ilginç, dikkate değer tespitlerde bulunuyor. Ancak Öğün'ün Dünya Bülteni sitesinde okuduğum Bursa konuşmasından aktarılan sanat bağlamındaki çeşitli görüşleri bana tartışmaya açık geldi.

Öğün'ün "dindardan sanatkâr olmaz" şeklindeki çıkarıma götüren ifadelerinin bir ironi içerdiğinin farkındayım, yine de bu tartışmayı sürdürürken ortaya koyduğu açıklamalarda muğlak alanlar var gibi geliyor bana.  Yazarımız mesela  "dindar sanatçı olmaz" şeklinde bir tespitle sanatla iştigalin mümin kişiliklerde  yol açacağı bir tür tekinsiz durumu işaretlerken bir yandan da sanatçıyı yüceltmekten geri durmuyor... Ancak saf bir imanla sanatçıya özgünlük ve özellik kazandıran mizacın bir arada olamayacağını düşündüğünü belli ediyor cümleleri. Sözünü ettiğim, tarif edilmiş, kesinlik kazanmış, bir bakıma bohem bir sanatçı mizacı.

Bu sabitleştirme sanat eserine de yansıyor ve bildiğimiz kimi sanat eserleri sanatsal olmaktan uzak bir yere konduruluyor. Sanat gökten indirilmiş bir tarifle anlaşılmamalı oysa... Birileri binlerce yıl önce duvarlara çizmeye, kaydetmeye, çizgiyle ifadeye yöneldi; bunu da bir misyon ve meslek adına yapmış olmadı ille de... Ama ortaya çıkanın sanat olmasına engel olmaz şartlar ve sebepler, bize baktığımız yerden bir tanımsızlık kargaşasıyla görünse de... Bakü dışındaki binlerce yıl önceden kalan bir yerleşim  alanı olan "Taş Kent"te, mağaralardaki duvar resimlerini inceleyerek dolaşırken şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Kim bilir nasıl beklendi de avdan bir türlü dönmeyen, işte şu av resminde tutuşan endişe ve umuda resmedildi!

Ya da kimilerine "kara büyü" olarak gözüken derme çatma çizgiler, sadece duanın bir kaydıydı. Dua resmedilemez mi sanki... Sanatın hayattan ve duadan kopuk olmadığı dönemlere özgü nesneler gibi çizgiler de niye kavramsal sanata özgü bir anlamda zihnimiz ve muhayyelemizi harekete geçirerek hayata ve varlığa bakışımızı zenginleştirmesin...

Demek istediğim, sanata biçilen anlam modern dönemlerde farklı olsa da, bize sanat eseri olarak gözüken kolay kolay değişmez. Mağara duvarlarındaki resimleri yapanın sanatçı olmayacağını öne sürüyor Öğün.  İşte bu nedenle Miro mağara devrine özgü duvar resimlerini sanat değeri açısından bir zirve olarak görüyor, o çizgilere öykünmekte tereddüt etmiyordu. Çocuğun ya da mağara dönemi insanının çizgisi, kültürün ve medeniyetin henüz anlamını ya da konturunu gölgelemediği saflığıyla insana dair açığa çıkan ya da gölgede kalan her bilgiye bir yanıyla uçsuz bucaksız, bir yanıyla da kısacık/kestirme bir yol açıyor sanki. Siyah Kalem'den Rosetti'ye, hatta Goya'ya, ondan Ferşçiyan'a açılan bir yol var. Çizgi dönüşüyor, temel kaygı aynı kalıyor: Tekinsiz ve hükmedilemez olana dair korkuyu kendine özgü tashihle, temenniyle, duayla yatıştırmak.

"Her hayat ve her sanat mantıki bir desenin parçasıdır. Her desenin içi dışına çıkarılabilir, altüst edilebilir, parçalanabilir ve bir araya getirilebilir. Ama sanat, ne kadar evirsen çevirsen, bir araya getirmektir. Canlılığın, bilgi ile evliliğidir. Parçalanmış her bilgi, cansızlık doğurur"; işte Picasso, işte kübik.  (Agueli, sf. 374)

Sanat eseri sadece güzel olmak üzere tasarlanan değil, ancak olması gerektiği halde olmayan şeyin yerini tutmak üzere amaçlanan ya da üzerine gidilen şey; var olan bu dünyadan var olması gereken bir dünyaya kaçış... Oysa sanayi üretimi belki olmaması gerektiği halde olandır; plastik torbalar, sahte leylak kokulu oda spreyleri gibi.

Sanat, belli bir birikimi arka plana alarak yapılırsa, bir şeyi değiştirme iddiasında olursa sanattır; elbette öyle. Ancak insan niye Mimar Sinan gibi Allah'a şükrünü ifa için bir eser ortaya koyunca bu sanat sayılmasın... Kesinleştirilmiş bir sanatçı profili bizzat sanatın doğasına aykırı. Şükür kavramı asıl sanatın içerdiğini düşündüğümüz başka bir âleme öykünmeyle gelen değiştirme çabasıyla birlikte nihai amacına ulaşır, Allah'ın yaratıcılığının sürdüğünü düşünüyorsak. Sinan camilerinin mimarisine Erciyes'in zirvelerinin renklerini ve desenlerini sindirirken alışılmış form ve üslupların ötesine geçmedi mi... Hem sanatkâr niye ille de sınırları "edepsizce" zorlama iddiasında ya da öznel özgürlük klişeleriyle tanımlanan kişi olacakmış... Diyelim ki Hasan Aycın bir ağırbaşlılıkla ve sükunet yayarak çiziyor, Şener Şen bir bilgelikle rolünün hakkını veriyor diye sanatçı sayılmasın mı... Ontolojik olanın tam da sanatçıda gözlemlenebileceği üzere bu dünyada eksik olan –ve ötelerde aranması gereken- şeye ilişkin bir kaygısı olması gerektiği açık.  Allah'a iman etmiş olmanın sanatçıyı hiç de eserinde sınırlamadığına ilişkin sayısız örnek var. Fark belki imana yüklenen tanımlarda... Mimarlık kitaplarımın birinin ilk sayfalarında şöyle bir cümle vardı: Mimar eserinde Tanrı'ya ulaşır. Sanatçının duası basmakalıp değil, kendine özgüdür. Bana kalırsa da Allah'ın rızasını kazanacak olan şey, bir kendine özgülükle terennüm edilen dua, sitayiş.

Orta yol ise  her zaman aşırı uçlar arasında bir yerdedir, Aliya'nın hatırlattığı gibi; "vasat ümmet"  ille de sakin oturmuş bir nüfus toplamı demek değildir.

Ben bu yetersizliği aynı zamanda sanatçıya (ve bazen siyaset erbabına da) dünyanın sınırlarının yetmezliği olarak görüyorum. Din adına öne sürülen kadraj ya da konturlar akletme çabası kadar muhayyelenin ataklarını da bir yere kadar zapt edebilir. Aklıma Tolstoy geliyor ve Erol Akyavaş; hatta Öğün'e yanlış gelse bile, eserlerinin Beethoven'dan daha az kaliteli olduğunu iddia edemeyeceğimizin apaçık gerçekliğini fark etmeye devam ederken,  Mozart.  Mevcut olanın yetmezliğinin yol açtığı huzursuzluk ve ıstırap, fizik ötesine inanmayanları dahi "hayat başka yerde" demeye götürür nihayet. Hayat başka yerde, ama aynı zamanda bütün geçiciliği, ışıltısı ve karanlığı,   cazibesi ve azabıyla, burada da...

Sanatçı elbet kendisine biçilen seküler ruhban gömleği kadar, fasıl erbabı elbisesinden de tedirgin olması beklenilebilecek bir öngörülmezliğe sahip olmalı ve sessizliğe terk edilen sorunlar karşısında "kral çıplak işte" diyen çocuğu aratmamalıdır. Fakat bütün bunlar sadece temenni. Sanatçı ve eseri, bambaşka yollarda  ilerliyor olabilir. Sanat eseriyle sanatın kaynağı arasında bir mesafe bulunduğunun çarpıcı örneğini sunan-Fazıl Say misali-  sanatçılar az mıdır?

Öğün'ün yazısında ise tarif edilmiş sanatçı, daha ziyade bohem, tekinsiz, şamanvari biri. Bu niteliklerin sanatçı kişiliğinde eksik ya da fazla olacağını söylemek istemiyorum. Demek istediğim, hele ki kopya yollarının geçmiş yüzyıllarda yapılabildiğinden daha büyük bir maharetle başını alıp gittiği dönemlerde tarif edilmiş sanatçı konusunda ihtiyatlı davranmamızın gereği. Seküler din adamı misyonunu benimsemesi oranında sorgulanamaz, dokunulamaz bir konuma yükseltilen bir sınıfın mensubunun ne ölçüde "azade" olduğu söylenilebilir...

Allah'tan sanatçıdan sanatçıya fark var. Kandinski'nin tanımında sanatçı bana körlemesine itaatiyle değil akleden yüreğinin tezahürleriyle Allah'ın rızasını gözetme yolunda ilerleyen bir kul olarak görünüyor:  "... en başta sanatçının durumu değiştirmesi gerekir ki bunu da, sanata ve dolayısıyla kendisine karşı olan görevini kabul ederek, kendini duruma egemen beyzade olarak değil, yüce amaçların üzerine yüklediği, kesin çizgilerle belirlenmiş, ulu ve kutsal görevleri yerine getiren bir uşak olarak görerek yapar."