Devletler kolay dönüşmezler. Özellikle bürokratik alışkanlıkların ve geleneklerin değişmesi güçtür ve zaman alır. Bürokrasi değişime direnir; toplumsal ve ekonomik gelişmenin gerisinde kaldığını kabul etmek istemez.
Gelişmelere ayak uydurmak yerine, ekonomik ve sosyal dinamiklerin tetiklediği gelişmelerin devletin tercihlerine uyması gerektiğini düşünürler. Devletin ana 'kurucu' güç olduğu konusundaki anlayıştan kaynaklanır bu. 'Millet'i, 'anayasa'yı, 'rejim'i inşa eden şeyin 'devlet' olduğu sanılır. Toplum kaynaklı değişim talepleri ve inisiyatifleri de hep kuşkuyla görülür, 'ana kurucu güç'ün millet ve milli irade olduğu unutularak. Mevcut anayasada da yer alan 'devletin milleti' ifadesi bu yaklaşımı yansıtır.
Bürokratik devletin demokratik devlete dönüşmesi, öncelikle, 'millet'in temel kurucu irade olduğu anlayışını benimsemeyi gerektirir. Yoksa bürokrasi, 'millet devlet için vardır' yaklaşımı içinde 'toplumsal/siyasal' talepleri ve dinamikleri bloke edecek 'felsefi' bir duruşa yaslar kendini.
Devletin en 'baba' haliyle arz-ı endam ettiği alanlardan birisi diplomasidir. 'Hikmet-i hükümet' anlayışı ve bunları sembolize eden dil ve ritüeller geleneksel diplomasinin merkezinde yer alır. Diplomasi bir temsil siyasetidir. Doğrudur, ama neyin ve kimin temsili? Başa dönersek, 'devlet benim' diyen bürokratik bir elitin mi, yoksa siyaseten belirlenen toplumsal kimlik ve çıkarın mı temsili?
Devletin en üst temsil makamında oturan Cumhurbaşkanı, İzmir'e EXPO 2015 Fuarı'nı getirmek için lobi yapıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül diplomatik/bürokratik tutuculuğu bir tarafa bırakıp, devlet temsilcilerinden oluşmayan kişi ve grupları etkilemek üzere çalışmalar yapıyor. Neredeyse Çankaya'dan çıkmayan, zaten nadir olan yurtdışı gezilerine işadamlarını davet etmeyen bir Cumhurbaşkanı'ndan uluslararası bir fuarı İzmir'e getirebilmek için şehir şehir kampanya yürüten bir Cumhurbaşkanı'na... Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlıklarındaki 'temsil tarzı' iki farklı diplomasi ve siyaset anlayışını gösteriyor. Sezer, cumhurbaşkanının temsil işlevini toplumsal ve siyasal olanın üstünde durduğunu varsaydığı bir devlet adına yürütürken, Cumhurbaşkanı Gül, temsili 'toplumsal fayda', yani somut hizmet üretmek için 'araçsal'laştıran modern ve atak bir diplomasi anlayışını sergiliyor. Bu iki farklı diplomasi ve siyaset tarzını anlamayanlar, Cumhurbaşkanı Gül'ün Suudi Arabistan Kralı Abdullah'a yaptığı nezaket ziyaretini kıyasıya eleştirdiler; ziyaret, diplomatik geleneklere aykırı imiş! Bazıları, işlerine gelince gelenekleri nasıl da hızla keşfediyorlar? Sorun, devlet denilen mekanizmanın ve bu mekanizmayı yürütenlerin toplumdan ve toplumsal taleplerden bağımsız bir varlık taşıyıp taşımadıklarına ilişkin önkabulde gizlidir. İlginç olan şu; Türkiye'de muhafazakâr kesimler devleti insan odaklı bir 'hizmet aracı' ve kurumu olarak görürken, laisistler 'kutsal devlet' anlayışına yakın duruyorlar. Devleti bu konumlayış biçimi muhafazakâr çevreleri liberal/özgürlükçü bir çizgiye, laisistleri de faşizme doğru çekiyor.
Bu 'çekişme'de sürecin ne yöne doğru aktığını biliyoruz; çeşitliliği ve etkinliği artan sivil toplum, gelişen piyasa ekonomisi ve güçlenen demokratik siyaset bürokratik yapıları ve bu yapıların 'otoriter' kültürlerini dönüşüme zorluyor. 'Temsil siyaseti'nin aktörleri de bundan nasibini alıyor.
Uzunca bir süredir devletin diplomasi anlayışı da değişiyor. 1980'li yıllarda rahmetli Özal'ın, yurtdışı seyahatlerine işadamlarını götürmesinden, bu işadamlarının yurtdışında işlerini kolaylaştıracak girişimlerde bulunmaktan, dünyanın dört bir yanında açılan Türk okullarının varlığından rahatsız olan diplomatlar yok artık. Aksine yeni nesil diplomatlarımız Türk dış politikasında ekonomik açılımların, kültürel ve sosyal temasların öneminin çok farkındalar. Ve de demokrasinin, demokratik temsilin dış politikada bize nasıl bir güç verdiğinin... Diplomasi bile değişmeye başlamışsa devletteki değişim epeyce mesafe almış demektir.
Kaynak: Zaman