Şefkat, merhamet, özür dileme gibi duygu ve haller devlet işlerinde sergilendiğinde güç kaybına yoruluyor memleketimizde. Benzeri duygu ve hallerden arındırılmış devlet adamlığı zırhının içinde insanlığını kaybetmemek için giyinen kişinin ne çok çaba sarf etmesi gerekiyor, kim bilir? Normal olarak çok nahif olabilecek bir bürokratın veya memurun devlet adına kişiliğini mevzuat ve teamülden ibaret bir kalıba sıkıştırmaya çalışması her zaman adil ve tarafsız olma gibi bir sonuç vermiyor. Bu tür bir devlet adamlığı kendini “erkeklik” alameti sayılan soğukkanlılık, objektiflik ve otoriterlik gibi niteliklerle oluşturmayı vazife biliyor çoğunlukla. Müslüman devlet adamlarında görmeyi umduğumuz tevazuu yanına yaklaştırmayan tumturaklı tavırları “Ömer öfkesi” ile de izah edemiyoruz her zaman.

Devlet adamı meramını ille de karşısındakini kırıp inciterek mi anlatmalı? Saygınlığı ve mesleki seviyeyi kılık kıyafetle, sakalla bıyıkla ölçmek zaten başlı başına problemli bir alışkanlık. Yalova Valisi’nin dersine girdiği öğretmene reva gördüğü muamele keşke bir istisna olsa! Öğretmen kalbi yaşadığı üzüntüyü kaldıramadı. Çehov’un “Memurun Ölümü” öyküsündeki hali çağrıştırıyor bir bakıma olup bitenler, ancak burada “kuruntu”, memurdan ziyade devlet adamının hal ve hareketlerinde kendini gösteriyor.

Benzeri kaba saba, buyurgan ve muhatabını toplum içinde aşağılama sonucu veren söz ve davranışlar bazen öğretmenler tarafından da sergileniyor. Ağrı’nın Diyadin ilçesine bağlı bir köyde ortaokul öğrencisi Ebru Yalçın, öğretmenleri tarafından kitap hırsızlığıyla suçlanmayı kendine yediremeyerek canına kıymıştı. Üç öğretmen el birliğiyle 12 yaşındaki çocuğa işte şu şekilde baskı yaptı: “Seni disipline vereceğiz, babanı jandarmaya bildireceğiz.”

***

Emaneti ehline vermek siyasal pragmatizmden dolayı uzağımızda tuttuğumuz bir sorumluluk. Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi’nde yazdığına göre Hz. Peygamber (sav) kamu işlerinde aşırı hevesli kişileri görevlendirmekten uzak dururmuş. Bizde ise kamu işlerinde liyakat değil, aşırı heves ya da statükonun parti veya cemaat adına tahkimi belirleyici oluyor. “Bizden olsun, çamurdan olsun.” Böyle bir mantıkla da tasavvur edilen medeniyete ulaşılmıyor işte…

Başka bir problem istifa geleneğinden yoksunluğumuz. İzmit Körfez geçişi asma köprüsünde 'Catwalk' olarak bilinen halatın kopmasından kendisini sorumlu tutarak intihar eden Japon mühendis Kishi Ryoichi’yi örnek alalım, demiyorum elbette. Ancak devlet görevinden istifa, bizatihi bir leke sanılırken, bu istifaya sebep olan sorunlu iddia ve suçlamalar neredeyse ikinci plana düşüyor. Bu konuda parti veya görüş farkından da söz edilemez.

Devletin yüce varlığını temsile odaklanırken karşısındaki insanın duygu ve düşüncelerini, değer yargılarını hesaba katmaktan uzak devlet adamı tipinden bu ülkede mütedeyyin Müslümanlar, komünistler, Kürtler ve azınlıklar çok çekti. Devletin sunduğu imtiyazlarla “vatandaş”ın üzerine giden, onu devletle ilgili gizemli hesap ve menfaatler adına hor gören “vazifeli” kişi bazen üst düzey bir bürokrat olur, bazen de Orhan Kemal’in “Murtaza”sı. Her durumda bu kişiler, “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusuyla karşısına aldığı vatandaşı ezme, sindirme, hizaya sokma tavrı sergilerken devleti olduğundan ve olması gerektiğinden daha yüce, gizemli, duygusuz, kuruntulu ve sekter bir yapıya dönüştürmeyi sürdürürler. Başı dik devlet görevlisinin bakışları veya herhangi bir sorusu çok kolaylıkla Çehov’un öyküsünün konu aldığı dramı andıran olaylara sebebiyet verebiliyor. Sıradan memuru ölüme kadar götüren kuruntuyu oluşturan Saiklerin, “devlet adına hareket ettiğini öne süren gizemli yapıların baskısını yaşamış kesimlerde doğurduğu sonuçların bedelini ödemek o kadar kolay olmuyor. Kuruntu veya vesvese, sanıldığından daha bulaşıcı, bazen de bulaşıcı olması istenilen bir yıkıcı ruh/kişilik daralması hali.

***

Önceki hafta sonu katıldığım Siirt Kitap Fuarı’nda edindiğim izlenim, yeni bir devlet adamı profili konusunda umutlanabileceğimizi düşündürdü. Fuarda yaptığım söyleşiye katılan Vali Mustafa Tutulmaz’ın diğer söyleşileri de izlediğini öğrendim. Siirt’te yapılan ikinci fuar bu, ilki bir hayli sönük geçmiş. Terör yıllarının çeşitli Doğu illerinde olduğu gibi Siirt’te de böyle bir etkisi olmuş: İnsanlar içlerine kapanmışlar. Kitabı bir suç delili olarak sergileyen ekranların kara mirası, ekran lehine kitaba konulan mesafe olmuş. Kendini, çoluk çocuğunu ve değerlerini korumaya dönük tedbirli hayat tarzı, şimdilerde kamusal alan korkusundan kurtulmaya çaba gösteriyor. Fuarı düzenleyen İlke Ajans Başkanı Atıf Gönenç, bu seneki fuarın geçen senekine göre biraz daha canlı olduğunu söyledi. Konuştuğum yayıncılar, geçen yılın pek iç açıcı olmayan tecrübesine karşılık Vali Tutulmaz’ın fuarın bu yıl da düzenlenmesi için gösterdiği gayretin, verdiği desteğin altını çizdiler.

Vali Yardımcısı Ceyhun Dilşat Taşkın da bulunduğum standı ziyaret etme nezaketini gösterdi. Bir okur sıcaklığı, vatandaş tevazusu, kitap sevgisi, oradan gelip geçen ziyaretçiyle hasbihal… “Şeker Vali” diye çağrılıyormuş şehirde, Taşkın.

Fuar sohbetleri sırasında Güneydoğu şehirlerinden birinde mutat olarak düzenlenen fıstık festivalinin bütçesinin beşte biri kadarına bile mal olmadığı halde pahalı bulunduğu için düzenlenemeyen bir kitap fuarı projesinden söz edildi. Soru sormayı cesaretlendiren faaliyet hoşuna gitmemiş olmalı yerel yönetimin. Barış sürecine getiren zorunlu kılan yıllar aynı zamanda bir dilsizleştirme baskısına sahne oldu. “Kürtçe diye bir dil yok” deniliyordu. Oysa Türkçe’nin sahici bir kullanımı bile kendi diliyle kaynaşmış ve kaynaşmayı sürdüren bir dilin özgürce kullanımına o kadar ihtiyaç duyuyor ki…

***

Kültürel üretimde bulunmadığımız takdirde Avrupa'nın taşrası olacağız, diyordu Atasoy Müftüoğlu bir yazısında.Siirt bir zamanlar kültürel bir merkezmiş, bunu nasıl unutabilir? “Tillo”, bir büyük mirası hatırlatmak üzere orada: Sadece İbrahim Hakkı Efendi’nin, “Hocamın başucuna doğmayan güneşi neyleyim?” diye sorarak tasarladığı, güneşin ilk ışınlarının hocası İsmail Fakirullah’ın başucuna yansımasını sağlayan ışık düzeneği değil bunun sebebi. İlmin merkeziliği, yollara düşüren ilim aşkı, bu aşkı yansıtan mekânların insanın yüreğini yatıştıran ve zihnini dinlendirirken “kuruntu”dan arındıran güzelliği…

Siirt yakın geçmişin azabına ola ki irfan mirasıyla katlandı. Seçimlerini yansıtamamanın, dilini saklamanın, sokağa tedirgin adımlarla çıkmanın, faili meçhul endişesinin, şiddet bağlamında maruz kaldığı çifte şantajın, gidip/götürülüp de geriye gelemeyenlerin azabı, sözünü ettiğim. Genç bir kadın standa geldi ve barışa nasıl da mecbur olduğumuzu bir kez de benden duymak istediğini söyledi. Barışa inanıyor muyum, barış sahiden gerçekleşecek mi, kabus geri dönmeyecek değil mi; işte böyle sorulara korkulardan ve kuruntulardan arındıran cevaplar verilsin istiyordu.

İçe kapanmaya zorlanmış bir şehir barışın kıymetini bilmeye çalışıyor. Vali Tutulmaz kitap fuarına bu karşılaşmalar ve konuşmaların tabileşmesi için de destek veriyor. Gençler valilik tarafından hediye edilen kitap fişleriyle standlarda geziniyorlardı. Emanetin ehil ellerde olması nasıl da önemli… Başka türlü bir devlet adamlığı mümkünmüş demek ki, Siirt’ten dönerken bunu düşünüyordum. Gerek Tutulmaz gerekse Taşkın görevlerine atanmış değil de halk tarafından seçilerek getirilmiş gibi halka karşı sorumlu davranıyor ve sıcak muamele görüyorlar.

İnsanlar bir makamla kişilik kazanmıyor, ancak hikmete açıklıkları oranında o makama bir değer bahşediyorlar. Emanetin ehline verilmesi, devlet adamı ile sıradan vatandaş ilişkisinde çoğalmaya temayül gösteren kuruntularla mücadelede en etkili tutum olsa gerek. Şaibeli durumlarda konumun terkini, istifayı “korkaklık” veya “güçsüzlük” olarak algılayıp makama yapışmak ise kıt-kanaat okurlukla açıklanabilir bir zaafın alameti.