Olimpiyat yarışmalarını karışık duygularla izliyorum. Bir yanda insanın kendini aşmaya çalışırcasına daha üstün olmaya yönelik simgesel nefes kesici yarışları, öte yanda sporcunun bile para getiren mala dönüşmesinin keyif bozucu konumu...  
  
Neyse, şimdilik özellikle sporun özü sayılan atletizmden benim öğrendiklerimle yetineyim. Atletizmin özelliği, sporcunun hasmını (futbol, güreş, hele boksta olduğu gibi) engellemeye çalışmaması ve yalnız kendi performansını artırmaya çalışmasıdır. Başka bazı sporlarda da görülür bu: yüzme, halter, okçuluk, at yarışları gibi. Ama atletizm klasik sayılır. Hem çok eski, hem melekeye değil bedenin yeteneklerine dayalı.

Yararlı alışkanlıklar edindim atletizmden: Uzun vadeli çalışmayı, yani bir yarış için aylarca hatta yıllarca hazırlık yapmayı, kolaycılığa yeltenmeden yetenek geliştirmeyi, sağlığıma özen göstermeyi ve, en önemlisi, yenilmeyi hazmedebilmeyi. Olimpiyatlarda her kazanan için onlarca sporcu yenilecek. Kaybetmeye katlanamayanlar bu yarışların zevkini çıkaramaz, hatta bu oyunlarda yer alamaz, almamalıdır. Yenilmeyi ve kaybetmeyi ayıp, aşağılanma, eksiklik ve kabahat gibi görenler spor ruhundan nasiplerini almamış olanlardır. Bu tür insanların 'spor ruhuna' karşı girişimleri olur: 'Başarının' adına hakeme rüşvet verip lehte karar çıkarmaya çalışırlar, rakibe çelme takarlar, yasaklanmış ilaç yutarlar. Kısacası oyunbozanlık, sahtekârlık, mızıkçılık, namussuzluk ederler. En kötüsü, bu anlayışı huy edinenler günlük yaşamda da bu eğilimleri sürdürürler.

Kaybetmesini bilmeyenlerin nasıl çirkinleştiklerini hep duyarız. Gol yiyince misafir takıma saldıranlar bunlardır. Siyasette, çoğunlukla seçilmeyenler seçmene saygısız davranırlar, koltuğa kurnaz yollardan süzülmeye bakarlar. Bunlar yarışmacı değil, madalya hırsızıdır. Yarış çizgisine dizseniz ilk düşünecekleri koşmak değil, rakiplerini nasıl diskalifiye ettirecekleridir. Koşsalar, yarış sonrasında hakemlere başvurup bahaneler ve mazeretlerle sonuca itiraz edeceklerdir. Hatta önceden kendilerinden yana hakemleri seçtirmeye özen göstereceklerdir. Kulvarlarda geçemediklerini masa başında yenmeye çalışacaklardır.

Olimpiyat oyunlarının bunları düşündürmesi sıkıcı gerçekten. Pek çok şey siyasallaşmış demek aklımda. Ama siyaset ve kültürel ortam da spora dönüşmüş gibi bugünlerde. Rektörlerin seçimi kuşkusuz yarış değil, adı üstünde seçim. Ama kim kimi ne sıfat ve hangi kıstas ile seçiyor? Korkarım bu alanda da kaybetmesini bilmeyenler var. Yalnız bazı eski rektörler değil, seçenler de öyle. Atletizmin ruhuna ısınmamış olanlar her yanda! Demokratik bir biçimde akademik cemaatçe seçilenlerin başa gelmesi varken, en çok oyu alanı, lafı dolandırmadan başa getirmek varken, neler yapıldı, yapılıyor ve hele söyleniyor! Kimileri ille de yenmek istediklerinden oluyor bunlar.

Bir önceki cumhurbaşkanı da aklına eseni atadı diyorlar. Bu mantıkla, bir öncekinin eksiklikleri nasıl aşılacak? Eskiyi eleştirmemiş olanların çifte standardını hatırlatmak iyi de, bir adım atıp bunu aşmak da gerekir. O yaptı ben de yaparım demekle bir yere gidilmez ki. Yapılan yasaldır diyorlar. Yasal demek doğru demek değil ki! Yasal olan neden ille de demokratik sayılsın? Nasıl olsa her karar eleştirilecek deniliyor. Ama eleştirinin özü ve türü kararın ilkelerine bağlı: Atamanın anti-demokratlığı gündeme gelmemeliydi. Çoğunluğun isteğine saygı gösterilseydi eleştirilerin içeriği da farklı olurdu. Rektörler siyasallaşmış da onun için üniversite üyelerince değil cumhurbaşkanınca seçilmeli diyorlar. Ama son cumhurbaşkanları kadar siyasallaşmış kim var ki Türkiye'de? Bütün siyaset bu makamda düğümlenmedi mi? Rektörler klik yaratmışlar deniyor. Bunda kötü olan nedir? Bu klikler başarısız olursa bir sonraki seçimde akademik cemaatin oyunu almazlar! Bunu bildiklerinde de ellerinden geldiğince sevimli davranmaya, saygılı olmaya çalışırlar. İyileşme ancak böyle sağlanır. Üst makamların (YÖK ve cumhurbaşkanının) tasvibiyle seçileceklerini bilenler, asıl onlardır siyasallaşıp klikleşecek olanlar. Seçmenlerine değil onları atayanlara yaranmaya bakacaklar. Oysa ilke basit: Başarılıysan devam edersin, değilsen silinirsin. Demokrasi böyle işler. Yarışlardaki çeyrek final, yarı final seçmeleri gibi yani. Ve demokrasinin, yani geniş tabanın sesi bugüne kadar hep bu tür mazeretler ve bahanelerle (olgun değil, hazır değil, cahildir, tarafsız değildir) sekteye uğratıldığını ne zaman öğreneceğiz? YÖK'ün bütün eksikliklerine rağmen, tabanın görüşüne elden geldiğince saygı gösterilmeliydi. Oyu alan başa gelir, çekişmeler de son bulur. Gerisi lafü güzaf!

Oyunun ilkelerine uyup sonucu kabul etmek zormuş demek. Başkaları birilerini benden farklı değerlendiriyor, başkalarını beğeniyor, dememiz 'kaybetmek' sayılıyor. Ama yasaları, temayülleri, fırsat ve olanakları kullanıp ille de istediğimizi yapmak sporcu anlayışa hiç uygun değil. Alt tarafı, bizden farklı düşünen birilerinin de kazanmasında ne mahzur var! Televizyonda hasmına saygı göstererek kendini aşmaya çalışanları izledikçe, belki büyüklerimiz küçükken (futbol yerine) atletizm yapmış olsalardı refleksleri ve tutumları da farklı olurdu diye düşünüyorum. İngilizler 'fair play' derler bu 'ruha'. Amaç her halükarda başarılı olmak ya da istediğini yapmak değildir, ilkeler dahilinde kazanmaktır. İstediğimiz rektörleri atamak bugüne kadar başarı sayıldı. Ama hangi ilkelerin adına idi bu başarı, pek aklımıza gelmedi.

Siz, takımınız elle ya da ofsayttan gol atıp kazanınca sevinenlerden iseniz, başarı adına tabii ki seçmeni de yok sayarsınız, akademik dünyayı da, sesini duyuramayan garibanı da. Spor eğitimi bundan dolayı yararlıdır. Öğretelim derken tekme, çelme, itiş kakışı değil, sporun o temel (demokratik) ilkelerini demek istiyorum. Kısa sürede tuttuğunu koparan Makyaveli'ler elde etmezsiniz, ama uzun sürede, birbirimize saygılı, kazananın kuşku ile karşılanmadığı ve sevildiği bir toplum çıkar ortaya.
 
Kaynak: Zaman