Başka bir ülkede birkaç yıla ancak sıkıştırılan hadiseler zinciri, bizim ülkemizde birkaç haftaya hükmedebiliyor. Demek ki taşlar oturmamış, demek ki ilişkilerin tahammül sınırı tam belirginleşmemiş...

Cumhurbaşkanlığı seçimi ufukta belirdiği andan itibaren yükselen tansiyon, geçen hafta tavan yaptı. Varlığını kavgaya bağlayanlar, gücünü çatışmadan alanlar, öteden beri gerilim filmi çeker gibi inceden inceye senaryolar yazmıştı. 10 kez yapılan Çankaya seçiminin son halkasını kamplaşmalara vesile etmek isteyenler oldu. İlk tur yaklaştıkça gerilim arttı, tansiyon yükseldi. Maalesef istenmeyen olaylar yaşandı. Meclis, halkın nazarında hırpalandı; çünkü kendi yetkisi dâhilinde yapacağı bir icraat mahkemeye havale edildi. Türk siyaset tarihinde ilk kez oluyordu bu. Yani ilk kez cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında çıkan ihtilaf, Anayasa Mahkemesi'ne intikal ediyordu. Üzücü, yaralayıcı, zedeleyici bir durum bu. Kim ne derse desin, hangi mazeretin arkasına saklanılırsa saklanılsın demokrasi tarihi açısından 367 tartışması bir karadeliktir, gelecekte de baş ağrıtacak ve Meclis iradesini kilitleyecek bir tartışmadır.

Tam "Bu iş neden mahkemeye taşındı; ayıp olmadı mı?" denirken, gece yarısı Genelkurmay'dan sert bir açıklama geldi. Beklenen bir durum değildi bu. Çünkü Genelkurmay Başkanı, basın toplantısı düzenlemiş, onca kışkırtıcı soruya rağmen çok mutedil ve sağduyuya çağıran açıklamalar yapmıştı. Hızını alamayan bazı meslektaşlarımız Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın Yunanistan gezisinde "sert açıklama" yapacağı söylentisiyle heyecanlanmış; ancak Paşa bunu da tekzip etmişti. Şimdi ne olmuştu da Genelkurmay sanal ortamda bir bildiri yayınlamıştı? Bu, hâlâ tam olarak bilinmiyor.

Demokrasimiz ağır yara aldı

Genelkurmay'ın sert açıklama yapmasının sevinilecek bir yanı yok. Buna sevinmek, Türkiye'nin dünya kamuoyuna rezil edilmesine göz yummak demektir. Ama sevinenler, adeta zil takıp oynayanlar da var. Türk demokrasisini sürekli bir vesayet rejimi gibi göstermek, modernleşme sürecinin öncüsü sayılan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) için de olumlu bir imaj oluşturmuyor. Zaten kısa sürede uluslararası haber ajansları sert açıklamayı dünyaya duyurdu ve Türkiye'nin demokratik görünümü çok ağır yara aldı. AB'den, AP'den, ABD'den gelen açıklamalar, durumun tasvip edilmediğini açıkça ortaya koyuyordu. Umarım piyasaların tatilde olması krizin şiddetli bir ekonomik depreme sürüklenmesine mâni olur. Aksi takdirde ekonomideki çalkantının müsebbibinin TSK olarak görünmesi hiç de hoş olmaz.

Asker-sivil ilişkilerinin düzenlendiği devlete ait toplantılar, platformlar var. Sıkıntıların orada çözülmesi gerekiyor. İnternet üzerinden ya da medya aracılığıyla kurulan ilişkilerin sağlıklı sonuç doğurmayacağı aşikâr. Genelkurmay açıklamasının zamanlanması da üzücü. Çünkü Anayasa'nın tanıdığı adaylık süresi bitmiş; yeni aday gösterilmesi imkânsız. Mevcut adayın seçimden çekilmesi siyaset tarihimiz için çok kötü bir sabıka oluşturur ki, bunun faturası sadece iktidara kesilmez, orduyu da yıpratır. Ayrıca ilk tur CHP tarafından Anayasa Mahkemesi'ne taşınmış; yani birkaç gün içinde mahkeme ilk turun geçerli olup olmadığına karar verecek. Tam bu noktada TSK adına açıklama yapılınca mahkemenin bağımsızlığına gölge düşebilir. Bu da yanlıştır.

Bu köşenin çerçevesine binaen beni asıl ilgilendiren konulardan biri, Türk medyasının gece yarısı yapılan Genelkurmay Başkanlığı açıklamasına gösterdiği tepkidir. Çünkü biz gazeteciler, siyasetçiler gibi pratik sonuçların fayda ya da zararlarına göre hareket etmeyiz. Daha açıkçası, fikrî saplantılarımızın altında kalmak ya da düşüncemize uygun diye yanlışlara göz yummak gazeteciye yakışmaz. Mesela bir gazeteci "Aslında 367 diye bir şart yoktur; ama..." deyip mazeret üretemez; tıpkı "Aslında 367'ye gerek var; ancak..." deyip de mazeret üretemeyeceği gibi.

Büyük devlet olma fırsatı varken...

Askerî muhtıra ya da darbe gibi 2007 Türkiye'sine yakışmayan konular da böyledir. "Aslında darbe kötüdür; ancak..." diye bir cümle kurul(a)maz. Kurulursa o işin içinde bir bit yeniği vardır. Çünkü ancak, ama, fakat gibi bağlaçların öncesinde serdedilen her düşünce yasakçı zihniyetin meşrulaştırılması için yapılan süslü girişlerdir ve samimiyetten uzaktır.

Anlaşılması mümkün olmayan bir durum var Türkiye'de: Ne zaman kışladan bir işaret fişeği atılsa, bazı meslektaşlarımız gardıroplarına koşuyor ve adeta üniformalarını giyiniveriyor. Bu ne telaş, bu ne azim?! Bu nasıl bir durumdur ki bazı askerler sivillerden daha sivil, bazı siviller de askerlerden daha asker. Hele gazeteciler, hele gazeteciler!.. Allah'tan ki artık bu tipler çoğunluğu oluşturmuyor. Buna rağmen Genelkurmay'dan açıklama halesini duyar duymaz telefonlara bağlanıp canlı yayınlarda boy gösterenler ya da soluğu stüdyoda alanlar oldu. "Bu bir muhtıradır, muhtıranın âlâsıdır" derken zevkten dört köşe olanlara da şahit oldu kamuoyu.

Neyse ki geçmişte yaşanan acı tecrübeleri gayet iyi bilen gazeteciler var bu ülkede. Hasan Cemal, Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar ve birçok sağduyu sahibi gazeteci, demokrasinin kuvvetler ayrımı doğrultusundaki gücünü hatırlattı. Ekonomideki hassas dengelerden sosyal hayattaki kritik algılamalara kadar pek çok önemli uyarı yapıldı. Askere de seslenildi, sivile de. Aslolan ve gazeteci duruşu diyebileceğimiz tutum da budur. Kurumları hedef almadan onların hukuki sorumluluğunu hatırlamak, havayı germeden sağduyuyu salık vermek ve bunu herkes için yapmak.

Türk demokrasisi çok zor bir sınavdan geçiyor; tabii ki Türk medyası da bu sınavda buram buram terliyor. Demokrasi dışı tercih yapmak mümkün değil. Darbe teşvikçisi, muhtıra çığırtkanı olmak isteyenler felaket tellallığı yapan siyasî cephelerde gerçek yerini alabilir. Elbette Türkiye bugünkü zorlukları da aşacak. Yalnız bu badireyi aşarken demokrasinin tarumar olmaması gerekiyor. 28 Şubat bir felaketti. En çok da TSK'ya zarar verdi. Siyasetteki yansımaların yanlışlığı her şeyin mecrası değiştiğinde anlaşıldı; ancak iş işten geçmişti çoktan. Halk, siyaset mühendisliğine daima direndi, yine direnir. Bu arada olan, güven duyulan kavramlara olur.

Bugün herkes kendini gözden geçirmek zorunda. Ordu, siyaset, medya, iş dünyası... Niçin iç enerji kaybımız nedeniyle büyük devlet olma fırsatını elden kaçırıyoruz, niçin kendi halkımızla kendi kurumlarımız kucaklaşmıyor, özgüven mekanizmasını bir türlü yakalayamıyoruz?.. Medyanın aslî görevi budur, yani uçurumlar arasına köprü kurmak uçurumları çoğaltmak için olay yerine dinamit taşımak değil.


Son haftanın çarpıcı iddiaları

Son günlerde etrafta pek çok dedikodu dolaşıyor. Bunlardan en çarpıcı olanı şu:

Bir akademisyen-yazar, Genelkurmay'ın açıklamasında etkin bir rol oynamış. Bir dönem sağ cenahta gezinen hatta sağcı bir partiden milletvekili adayı olan bu beyefendi önce Genelkurmay'a gidiyor ardından da Deniz Baykal'ın evine uğruyor.

Birkaç gün süren görüşme trafiğinin ardından Genelkurmay web sitesinde gece yarısı açıklaması yapılıyor. Bildirinin üslubundaki bozukluğu buna bağlayanlar var. Daha ilk gün Mehmet Barlas'ın mealen "Bu kurmay metnine benzemiyor, daha önceki metinler böyle değildi sanki kötü bir köşe yazarı üslubu var" demesi bundan.

İddia o ki köşe yazarlığında pek tutunamayan bu beyefendi şimdi "muhtıra" yazmaya niyetlenmiş. Genelkurmay'ın bu kadar düşük bir profille çalışacağını sanmıyorum. Ancak bu kişinin asker ve muhalefet arasında mekik dokuması soru işaretlerini güçlendiriyor.

Dikkat çeken bir konu daha var. Cumartesi nüshalarına bakınca bazı gazetelerin Genelkurmay açıklamasına fazlaca hazırlıklı olduğu gözleniyor. Üstelik bunlardan bir kısmı erken basılmak zorunda olan gazeteler. Acaba metni kaleme alan, şartların oluşmasına katkıda bulunan şahıstan bazı meslektaşlara erken uyarı mı gelmişti?

Her meydanda tükürükler saçarak konuşan bir gazetecinin bir merkez sağ liderini iki kez ziyaret ettiği çok konuşuldu. Hatta ima edilerek de olsa yazıldı. Ancak bu liderden hâlâ tık yok. Bu kadar gazetecinin tuhaf bir trafik içinde olması akla başka sorular getiriyor. Bunlar aydınlanmadan demokrasi karşıtlarının ne yaptıklarını anlamak çok kolay değil...