Dağ neden insanı çeker? Yahut neden "dağın çağrısı"na karşı koyamayız? Bizim dağla kurduğumuz ilişkinin, dağa yüklediğimiz anlamın yaşadığımız coğrafyanın dağlık yapısının bir sonucu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Dağın çağrısı heybet, görkem ve bilinmeze doğru bir davet olsa da aynı zamanda insanın imkansızı aşma denemesidir. Dağı aşma fikri insanın kendini aşmaya kapı açar. Bu anlamda dağın bizdeki çağrışımı bütün maddi tezahürlerine rağmen "aşkın" olana bir çağrıdır... Dağa yükseldikçe ya da dağda yükseldikçe müteal olanı benliğimizde en yakıcı biçimde hissetmemek mümkün mü?
Dünyaya küstüğümüzde, yeryüzü adeta dar geldiğinde neden alıp başımızı dağlara çıkarız? Bu dağ metaforunun bize özgü olduğunu sanmıyorum. Kimi coğrafyalarda çöl ve deniz ya da ıssız bozkırlar aslında birer dağ imgeleminden başka nedir ki.
Şehrin gürültüsünden uzakta bir dağa çıkmak her zaman çeker beni. Ama dağa çıkmasam da dağın görkemine dalmak daha da çeker. Dağ bizzat sonsuzluk düşüncesidir. Sonsuzluğa yaklaştığımız nispette varoluşumuzu idrak ederiz. Çünkü dağ heybet ve hayrettir.
Dağın ihtişamı hayretimizi celbeder. Hayret ve haşyet duygusu acziyetimizi fark etmemize kapı açar.
Bölgemizde alt üst oluşlar yaşanırken, memleket seçim, kaset siyasetiyle kirlenirken yazımı dağlara çıkarmamın gerekçesi dünyanın en yakışıklı dağını seyrediyor oluşum. Yaz kış karın eksik olmadığı, her cepheden başka bir ihtişam ve sonsuzluk düşüncesini çağrıştıran görünümüyle görenleri adeta kendine, yani dağa çağıran Erciyes'in çağrışımlarını paylaşmamazlık edemezdim.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN...