I-Bir süre önce Ömer Karaoğlu ile yapılmış önemli bir röportaj yayınlandı Yeni Şafak’ta. Karaoğlu “yeşil pop” etiketi yapıştırıldığı için eserleri lâyıkıyla değerlendirilemeyen eğitimli bir müzisyen, tecrübeli bir bestekâr ve yorumcu. “Yeşil pop”, Ömer Karaoğlu’nun ifadesiyle, 90’larda İslami kesimde üretilen ezgilere verilen ad. Bu bağlamda Karaoğlu da dahil, Müslüman bir duyarlığa sahip olup da müzikle iştigal eden bütün sanatçıların eserleri geniş yeşil pop çuvalına tıkıştırılarak paketlendi. Karaoğlu, İslami kesimi merkezin geleneksel yapısına döndüren global ve yerli etkileşimlerin kısıtlayıcı rolüne de işaret ediyordu söyleşisinde.

Toplumsal dalgaların ürettiği yeni, yepyeni herhangi bir akım, bazen yeni ve farklı olandan duyulan korku, bazen klasik sanatın ağır mirasının gölgesi, bazen de estetik despotizmin tutuculuğu nedeniyle kendini aşıp da bir dalgaya dönüşemiyor.

Sanatta sınıfsal çevrenin, « habitus »un belirleyici olduğu görüşüyle kan bağı içinde bulunan estetik despotizmin bakış açısını Türk seçkinleri Fransız sanat eleştirmenleri ve giderek Fransız sosyoloji okullarını vasıtasıyla benimsemişlerdir. Bu bakış açısına göre güzel ve değerli olan konusunda belirleyici olan, eğitim ve çevreyle sağlanan bir duyarlılıktır. Dağdaki çoban ince güzelliklerden anlamaz ve zaten dağdaki çobanın oyu da pek değerli sayılmaz.

II-Bir zamanlar bir de “sanatta ilericilik” despotizmi vardı. “Sağcı” olarak damgalanandan ne aydın olurdu, ne de sanatçı! Oysa İspanyol ressam Miro, “Mağarada yaşayanlar döneminden beri sanat gerilemeye devam ediyor”, diye seslenmesini sürdürüyordu eserleriyle. Daha önce sanıldığının aksine, hayat karmaşık organizmalardan değil basit organizmalardan türemiştir; Aliya İzzetbegoviç’in yorumudur bu. Türk aydınlanmacıları ise, Bela Bartok 1930’lu yıllarda Anadolu köylerinde dolaşarak çobanların dağarcığından türkü dermeye başlayıncaya kadar atonal müziği tanımazlardı, sözde.

Aynı dönemlerde Stalin Çaykovski adına Schönberg’i yasaklamıştı, ama “seçkinciliğe karşı olmak” bu örnekte de sadece bir kalıba dönüşür giderek. Devasa meydanlar ideoloji adında sanat değeri tartışılacak heybetli heykellerle donatılır.

Kant estetik hazzı, Kanarya adaları şarabını takdir eden duyusal hazdan ayırt etmeye çalışıyordu. Pierre Bourdieu ise sanat yapıtları, şaraplar ve sofra adabını aynı zevkin yargıladığını öne sürdü. Ünlü sosyologa göre saf zevk yalnızca burjuva zevkidir, halk zevki ise bütün gerçekçiliğiyle “barbar zevki”ne karşılık gelir. Halkın estetiği de estetik yoksunluğundan ibarettir.

Jacques Ranciere’in estetik alanda tek söz söyleyen olma iddiasındaki -eski Yunan’ın filozof/kral’ının yerini alan- sosyolog-kral fenomenini Bourdieu üzerinden irdelerken kullandığı “Halkın gövdesinin büyüleyici dehşeti karşısındaki tiksinti dışavurumları” şeklindeki ifade bize “göbeğini kaşıyan adam” cümlesi etrafındaki kibirli mülahazaları hatırlatıyor. (Filozof ve Yoksulları, sf. 231, Metis) Recep İvedik tiplemesi, “halk gövdesi”ne ilişkin tiksintinin bir başka dışavurumu.

Bu konudaki yerleşmiş yargıları kırmayı aykırı düşünür Shaftesbury denedi; bir kayanın tepesinden ya da yüksek bir burundan, sürüsünü unutup sürünün güzelliğine keyfince dalan yoksul çobanın aldığı hazzı öne sürerek.

Yeniden “çoban”a dönüyoruz: Halkın özgürlüğü asla akılcı bir biçimde kullanamayacağını söyleyenler ile, güzel olanın ya bilginlere özgü ölçütlerle ya da inceltilmiş duyuların hissettiği hazla ilgili (sıradan insanların yetkinlik alanının dışında) bir mesele olduğunu söyleyenler aynı kişilerdir.

III- Bizim amatörlerimizin zevki, zorunlu olarak çalışan sınıfların kötü zevkini ya da zevksizliğini tanımlar, diye yazar Ranciere. Düşünüre göre, kültürlü insanlar ne zaman bir yapıtı yüceltseler, dünyada işçinin sahip olmayacağı bir hazine daha, işçinin (köylünün, dağdaki çobanın…) ne takdir edebileceği ne de anlayabileceği bir güzellik daha ortaya çıkmıştır.

Gelgelelim hayattan yükselen eleştiri, halktan sayılan insanların zevklerini sınıfsal tahakkümün baskılarından azade olmayı mümkün kılan bir işlerliğeve erişim gücüne sahiptir, bu nedenle de bir türkü kolaylıkla yitip gitmiyor. Halkın gönül telinden yükselen nağmelerde yıkanıyor teknolojinin yabancılaştıran metalik sesleri. Dede Efendi kopyala/yapıştır şeklindeki müzik anlayışının ufkunda boğulmadan cazibesini koruyor. Gencebay özellikle yasaklı şarkılarıyla klâsikleşiyor. Sosyoloji doktorasını Paris’te yapmış, iki sözünün birinde Bourdieu’ya atıfta bulunan İranlı yazar Bahtiyari aşiretinden bir kadının dağ başında bir ağacın gölgesinde kurduğu basit tezgâhında dokuduğu kilimini evinin duvarına asmaya devam ediyor.

Bir türkü, damgalarla görünmez kılınmak istenen bir ezgi yeteri kadar kalmaya direndiği için belki de dağdaki çobanın oyunun anayasa profesörünün oyuyla eş değerde olmasını içine sindiremeyen estetin sesi sönükleşiyor, seçim sath-ı mailinde.