Bazen bir tartışma platformunda başörtüsüne karşı bir tavır içinde olan yazar ya da akademisyen kadınların eleştirinin ötesine geçen şu tür ifadelerine muhatap oluyorum: “Başınız örtülü olduğu için bizden daha namuslu ve iffetli olduğunuzu mu söylemeye getiriyorsunuz?”
“Hayır”, diyorum böyle bir soruya cevap verirken.” Daha namuslu ve iffetli olmayı dilediğimiz için ve her şeyden önce Allah’ın rızasını gözetme endişesiyle örtüyoruz başımızı. Bu bir yol. İçinde bulunduğumuz ruh hali ise “ceht”le açıklanabilir. İnsan hiç bir zaman tamamlanmıyor. Sınavlar da hiç bir zaman sona ermiyor bu yolda. Fakat bir niyete sahibiz. Bu niyeti anlamlı kılan, pratiğe döken bir disiplin, bir perspektif de elbet bulunmalı ki imani bağlamda bir sahicilikten söz edebilelim.”
Ama onlar öğretme misyonlarının mutlaklığına ve karşısındakilerin de “kula kul” olmayı benimsedikleri için öğrenme konusunda yeteneksiz olduklarına o kadar inanıyorlar ki... İdeolojilerini benimsemeyen kadın, bir de örtülüyse, kendi başına bir varlıktan yoksun, dahası bir hiçten ibaret olmalıdır. Orası öyle: Başörtülüler Cumhuriyet’in laikçi elitinin tasarladığı “ulusal kadın” modelini benimsememiş kadınlardır. Ancak başörtülü kadınlar aynı zamanda jakoben yöntemlerin şablonlarına sığamayacak kadar zamanlarının farkında olan kadınlardır da.
Cumhuriyet elitinin tasarladığı kurtarıcı misyonu korumayı sürdüren kadınlar sormaya devam ederler: Niçin onlar gibi saçlarımızı rüzgarda dağıtmayı istemeyelim? Neden denize haşemalarla girmeye razı olalım...
Son zamanlarda aldığım, benzeri soruların öne çıktığı iki mesajdan ve bu mesajların sahipleriyle sürdürdüğüm yazışmalardan söz etmek istiyorum.
Bir tür sufi duyarlığına sahip, ayrıca Mevlana konusunda da bir hayli donanımlı görünen Sema Hanım, benim gibi okur-yazar bir kadının örtüler içinde yaşamasına şaştığını ifade ediyor. Ona göre benim başörtülü giyimim, Yaratıcı’nın kadınları ikinci sınıf yarattığına dair bir inancımı gösterdiği içindir ki günah bile sayılabilir.
Sema Hanım ayrıca “erkekler günaha girmesin diye mi örtüneceğiz?” ve “Afganistan’daki gibi burka giysek daha mı namuslu olacağız biz”, şeklindeki bildik sorulara nasıl cevap vereceğimi merak ediyor.
İlahiyat ve felsefe alanında çalışmayı sürdüren Nilgün Hanım ise ateist olarak eleştiriyor başörtüsü konusundaki “inadımı”. Biz Nilgün Hanım’la daha önce de bu konularda uzun uzun yazıştık ve bir sonuca ulaşamadık.
Nilgün Hanım, Taraf’ta yayınlanan “Türban” ve Roman isimli yazıma atfen, “Kadının aklı kıt diyen, kadına bu başörtüsünü taktıran İslam yasası zaten. Sanki İslam kadını erkekle eşit sayıyormuş da YÖK gelmiş bunu önlemiş gibi yazmışsınız” diyor ve bu konudaki uzun mülahazasını, “Gelin siz öncü olun, bırakın şunu artık... Erkeği kadından üstün sayan ayetin yanlışlığını kabul ettikten sonra, örtünme ayeti otomatik olarak devreden çıkar. Aksi takdirde erkeğin üstünlüğünü kabul etmeniz gerekir. Bir ayeti kabul edip diğerini etmezseniz ise, ayetlere çifte standart uygulamış olursunuz” şeklindeki cümlesiyle sürdürüyor.
İki kadının da eleştirisi, bir kibre yaslanan önkabuller üzerinden yükseliyor. Cumhuriyet’in elit kadınlarına özgü ve bir dönemin eğitilmiş kadınlarının çoğunda da müşahade edilebilecek bir “kurtulmuşluk sendromu”nun bahşettiği bir kibir, sözünü ettiğim. Aydınlanmanın dogmaları yıkarken Hristiyan kadın özgürleştirdiğine dair inancın iktibası, bütün iktibaslar için olduğu gibi bağlamlar ve soykütükler ihmal edildiğinden toplumumuzda açıklayıcı olma, başvurulma konumuna erişemiyor. Ama sosyolojik ve felsefi hatta teolojik şemalar da iktibas edilmedi mi… Öyleyse, yüzyılı bile aşmayan bir zaman öncesine kadar tesettürlü giyimin asli olduğu toplumumuzda bir kadın kendi isteğiyle başını örtemez, bunu yapmış olsa bile komünistlerin ileri sürdüğü “yanlış bilinç”in esiri olduğu ve bir erkeğin bilincinin gölgesinde bulunduğu için işlemiştir bu “hatayı”; demek ki hatalı kişinin, benliğini yapıbozuma uğratacak sertlikte ve kırıcılıkta sorularla ve yaptırımlarla sarsılarak kendine gelmesi sağlanmalıdır!
Nilgün Hanım baş örtme sebebini kişinin hayatının kendine özgü zor süreçlerinde keşfe çalışıyor. Sanki bütün kendini yeniden yapılama süreçleri veya kişiliklerin sosyalleşmesi, hatta bilimsel ya da toplumsal devrimler farklı faktörlerin etkisinden bütünüyle bağımsız gerçekleşiyormuş da, başörtülü Müslüman kadınlar söz konusu olduğunda bu olgu bir yanlış bilinci işaretlermiş gibi.
Kur’an’ı yüzlerce yıldan bu yana herkes belli bir açıdan farklı bir gözle okuyor ve bulunduğu yere, duruma göre, sahip olduğu donanıma, niyete ve amaca göre farklı çıkarımlarda bulunuyor. Konu tesettürse, kadın gibi erkeğin de kılık kıyafetinde belli ölçülere sahip olması gerektiği gibi bakışlarının da örtülü olması gerekiyor. Bu da elbet görme biçimini oluşturan kültürel ve toplumsal yapıyı tartışmaya götürür bizi. Açık ki görmek, kadını parçalanmış bir beden olarak değil de bütünsel olarak, aşkınlaşma yolunda ilerleme yeteneğine haiz bir insan, emaneti üstlenmiş bir kul olarak görmedir burada. Belki kültürümüz erkeğe bu konudaki sorumluluklarını hatırlatma konusunda kusurlu. Bu durumda bütün mesuliyet kadının korunma çabasına bırakılıyor ya…
Mustafa İslamoğlu bir yazısında erkeğin kadına bir derece üstün tutulduğu ayetin (2.228) boşanma sorumlulukları bağlamında bir içerik kazandığını hatırlatır. Sorumluluk alan her zaman bir derece daha üstündür. Boşanmanın ardından çocuklarıyla ilgili sorumluluk almak istemeyen bir erkeğin ayrıldığı karısından daha üstün olduğunu savunmasının bir değeri yoktur.
Ve ayrıca, Fransız etnolog Germaine Tillion’un analizlerinde ortaya koyduğu gibi, acaba geri bıraktıran örtü müdür, yoksa İslam’ın kadın hakları alanındaki devrimini görmezden gelmeyi yeğlemiş olan feodal (sistemsel, yapısal) çıkarlar mıdır…
Cumhuriyet’in kurtarıcılık misyonunu bahşettiği kadınlar, bir türlü tamama erdirilemeyen “kurtarma” faaliyetlerinin zeminine saplanıp kaldıkları için de bir değeri ve olguyu toplumun yeniden üretmesindeki başarıyı ayırtetmekte üşengeç davranırlar. Görmek ve bilmek istemezler: Sözde modern ve laik bir eğitim sisteminin sıralarından geçmiş başörtülü öğrenciler anneannelerine benzemeyen, ancak anneannelerinin yaşantılarını gözardı da etmeyen kızlardır. Bir askeri darbenin ertesinde bütün muhalif hareketler susturulurken, toplum işkence ve idamlarla sessizleşmeye zorlanırken başörtülü öğrenciler toplumu sınıflara ayıran, ayrımcılığı kışkırtan tüzük ve genelgeleri sorgulamayı sürdürdüler. Bu anlamda başörtüsü ne erkekegemenliğinin bir talebiydi, ne de bir ezilme biçimiydi.
Muhammed (a.s.)’a vahiy indiğinde hür kadınları işaretleyen tesettür, son birkaç yüz yıl içinde gerçekleşen bir imaj çarpıtmasının ardından kaynaklara dönülerek öğreniliyor ve üstleniliyor. Yeni bir dille yorumlanan kaynaklar gibi, başörtülü kadınların güncel hayatın içindeki etkin ifadeleri de kuruluş paradigmasının ilerisinde bir vadiyi gösteriyor. Dolayısıyla Cumhuriyet’in başlangıç yıllarına özgü jakobenliğin zeminine saplanıp kalmış kadınlar, ancak gönüllü olmakla, rızayla mümkün bir hayat tarzını, bir diyalog için gerekli kavrayışı sağlayacak ölçüde tanımayı başaramıyor.