Her zaman gündemde olan bir tartışma, önemi ölçüsünde konuşulmayan bir örnek üzerinden yeniden gündeme taşındı: Ebeveynler çocuğun yetişmesinde ne dereceye kadar hak ve yetki sahibidir? 

Antalya Cumhuriyet savcılığı, Antalya İnanç Özgürlüğü Platformu üyesi 17 kişinin aleyhine "Velayet hakkını kötüye kullanma ve bu suça azmettirme" suç isnadı ile dava açmış. Sebebi ise bu 17 kişinin başörtüsü yasağının protesto edildiği bir gösteriye çocuklarıyla katılmış olması.

Davayı  açanlar elbette bu çocukların gösterilere zorla götürüldüğü, en azından aile bireyleri tarafından benzeri gösterilere katılabilecek bir şekilde şartlandırıldığı gibi bir iddiaya sahipler.

Aklımıza şöyle bir soru getiriyor bu iddia: Davacılar, çocukların herhangi bir şekilde zihnen şartlandırılmayacağı nötr bir eğitim ve öğretim sisteminden söz edebilirler mi?

Acaba çocukları biraz da olsa hafife mi alıyoruz bu tartışmaları  sürdürürken... Yetişkinlerin köklü bir alışkanlığı,  çocuklara işlerine geldiğinde büyük, işlerine geldiğinde ise çocuk muamelesinde bulunmak. Çocuk suçlular, günümüzün ciddi bir gerçeği. Hem adi suçlar işliyorlar, çoğunlukla sahipsiz oldukları için, hem de pek çok Güneydoğu şehrinde yaşandığı üzere siyasal gerekçelerle suçlu olarak yargılanıyorlar. 

Çocukluğa özgü saydığımız masumiyetleri, çocuk sayılanları  hadiseler karşısında taraf olmaya zorluyor. Çünkü normal olarak çocuklar yerine ve zamanına göre davranmak nedir, bilmezler. Normal olarak yalandan tiksinmeleri gerekir. Oysa belki de asıl okulda, hatta ailede aldıkları eğitim onları ikiyüzlü davranmaya yönlendiriyor. Okulda ayrı, evde ayrı bir dil ve evde konuşulan bu dil, okulda yasaklı. Okulda ayrı, evde apayrı bir  giyim/hayat tarzı telakkisi var: Okul reddediyor tesettürlü annenin giysisini, dahası bazen o giysiyi umacı kılığı olarak damgalıyor.

Çocuğun benliği, "Bu düşünceni sakın dışarıda söyleme!" diye tembih edildiğinde, bir yırtılma yaşamıyor mu? Yaşanan bu yırtılmayı oluşturan etkenlerde kim, nasıl bir suçu ve hangi suçluyu arayacak...  

"Aile Şerefi" filmi defalarca gösteriliyor ekranda ve seyirci topluyor, ailenin büyük-küçük demeden kriz zamanlarında gösterdiği bütünleşme yeteneği nedeniyle.Tersane işçileri aylardır maaş  alamıyor. Çocuklar aileleriyle grevde. Aileler suçlanabilir mi?

Çocuklarımızı ne ölçüde yalıtabiliriz, yaşadığımız acılardan ya da ideallerimizi gerçekleştirme sürecinde kapıldığımız yaslardan ve şenliklerden... Anne kılıfından çıkartıp okuduğu mushafı yerine yerleştirmeden önce  öpüp başına koyuyor, su içerken "bismillah" diyor önce ve ezan okunduğunda da oturuşunu düzeltmeye çalışıyor; çocuk bunları görüyor. Kız çocuğu başına bir beyaz örtü bağlayıp annesinin yanında namaza duruyor. Oğlan çocuğu babasıyla en azından Cuma namazına, bayram namazına gidiyor. 

Çocuk görüyor: Ablası örgülü saçlarıyla servisten inen komşu kızı gibi okullu olamaz. Okula gitmeyen de bu ülkede hiç bir şey sayılmaz. (Bu soruyu, Mazlum-Der'in davetiyle İzmir'e yaptığım bir yolculukta konukları olduğum ailenin kızı Amine Sena söylemişti annesine, üniversite seçme sınavları yaklaşırken: "Anne, ben hiçbirşeysiz bir kız mı olacağım?" )

Çocuk sayısız soru sorsa da, başörtüsü yasağının mantığını kavramakta güçlük çekiyor. Şifonyer çekmecelerinde, dolaplarda başörtüler, namaz örtüleri, oyalı yemeniler var. Evden ayrılan bir kadın aynanın karşısında bir süre başını örtmek için uğraşıyor. Erkek çocuk ayırdına varamadığı bir tarihten itibaren yasağı biliyor, sebeplerini tam olarak algılamasa da bu yasak kalksın istiyor. Yasak kalktığı takdirde ablası okula gitmeye devam edecek. Çocuk hayallerinde, ablası için bir kurtarıcı kahramana dönüşüyor. Ablasını mutsuz eden engelleri birer birer aşıyor o hayal kahramanı.

Kız  çocuğu ise, üzgünlükle izliyor ablasını. O da aynı engellerle karşılaşacak. Geçen yıllar içinde şartların değişmediğini, hangi parti gelirse gelsin bu yasağın korunduğunu söylüyor yetişkinler. 

Trajedya da böylesine açmazların korunduğu iklimlerde doğuyor hoş: Kendini bilmeye başlamasından itibaren çocuk ola ki en azından iki güçlü sesin çağrısına muhatap oluyor, en az iki model tarafından uyuma ve itaata çağrılıyor. Çağrılar birbirine aykırı içerikleriyle geliyor: Beni taklit et, diyor biri, diğeri ise aksini söylüyor. Beni taklit et, yok bizi taklit et, hayır onu taklit etme, hayır beni taklit etme! Rene Girard'ın "çifte açmaz" olarak tanımladığı çelişkili komutlar ağı, son tahlilde sadece sınırlı patolojik vakalarla sonuçlanan sıradan bir görüngüdür ruhbilimcilere göre; "belki de insanlar arası ilişkiler içinde en sıradan ve en temel olanı"dır. 

Doğru ve ideal olana, meşru ya da kabahat sayılana ilişkin zıt açıklamalar birbirine karışıyor, çocuğa ulaşmaya devam eden kültürün sesleri arasında. Çocuğun kulakları ayartıcı  seslere açık olduğu ölçüde, sonuçları yıkıcı olabilecek olası çarpmalar da o kadar mümkün görünür. Çünkü yargı ölçüleri tamamen şekillenmemiştir daha ve mesafe koymayı da henüz öğrenmemiştir. "Hayır"cevabı ya da toptan bir reddediliş gerçek bir aforoz halinde üstüne çökmez mi... 

Girard'a göre, taklit arzuları durdurarak çocuğu bu çifte açmazın yakıcı etkilerinden koruyacak olan, (bir bakıma dini gelenekler ve açıklamalar örgüsüne denk düşen) enerjileri ayinsel biçimlere ve ayin geleneğinin değerlendirdiği etkinliklere kanalize edebilme gücüne sahip bir kültürel düzendir. (Rene Girard, Şiddet ve Kutsal, Kanat, sf. 209-211, İstanbul; 2003.) 

Bu kültürel düzenin dokusunun ihmal ve inkârlarla tanınmaz hale gelerek işlevini yitirmesi durumunda, çifte açmaza yol açan kirliliğin bulaşması önlenemez hale gelecektir.