Çin-Arap ilişkilerini araştıran tarihçiler, genelde siyaset bilimciler, ekonomistler ve Çin’in bölgede giderek artan rolü konusunda en çok yorumda bulunan insanbilimcilerle anlamlı bir diyalog içine girmezler. Giderek artan zenginliği ve yurt dışında siyasi ve iktisadi gücünü sergileme konusundaki emsalsiz kabiliyetiyle bugünün Çin’i ilk bakışta Mao Zedong’un komünist hükümetinin gelişmiş ülkeler dünyasında diğer ülkelere ilk kez el uzattığı 1950’lerin Çin’iyle çok az benzerlik taşıyor gibi görülebilir. Yine de Çin’in Arap alemiyle ilişkileri konusunda süreklilik arz eden birkaç husus bulunabilir. Birincisi Çin, dış politikasının temelinin 1950’lerde açıkladığı egemen ülkelerin iç işlerine karışmama taahhüdüne dayandığında ısrar ediyor. İkincisi Çin’in, kendi topluluklarında otoriter bir nizam kurma konusunda Çin örneğini kullanmak isteyen Arap siyasetçiler ve aydınları için eskiden beri özel bir anlamı oldu. Son olarak da Çin hükümeti, diğer Müslüman ülkelerle ilişkilerinde aracılık etmeleri için yaklaşık bir asırdır Çinli Müslümanlara bel bağlıyor. Ancak Çin-Arap ilişkilerinin bu eski özelliklerinin anlaşılmasıyla yorumcular Çin’in Arap alemiyle 21. yüzyıldaki ilişkilerinin karmaşıklığını tam olarak takdir edebilir.
Egemenliğin değişmeyen anlamı
Çinli yetkililer, Çin’in Orta Doğu’ya yönelik tavrını belirleyen ilkeleri listelemeleri istenirse, değişmez şekilde Çin’in diğer ülkelerin iç işlerine karışmama politikasından bahsetmekle başlarlar. Çinli liderler, bu ilkeden o kadar çok bahsederler ki, bu artık bir klişe olarak görülebilir ama yine de bu, Çin’in dış politikasını belirlemede ayrılmaz bir parçadır. Çinli yetkililer açık bir şekilde, Orta Doğu’daki siyaset yapıcılarının, Çin’in ellerini iç işlerinden uzak tutmasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin (ve diğer Batı ülkelerinin) müdahaleci yaklaşımları arasındaki zıt tutumun farkında olacaklarını ümit etseler de sadece kendi iç dinleyicilerine hitap etmeye odaklanmış durumdalar. Çin hükümeti, 1949’dan beri Çin milli kimliğinin bir parçası olması bakımından milli egemenliğe saygı prensibine vurgu yaptı.
Çinli liderler, Arap ülkeleriyle ilk görüşmeleri yaptıklarında, iç işlerine karışmama taahhütlerini Orta Doğu politikalarına da kattılar. Çin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Zhou Enlai, 1955’te Endonezya’nın Bandung bölgesinde yapılan Asya-Afrika Konferansı davetini kabul ettiğinde, Çin’in komünist devrim için çalıştığına dair korkuları ortadan kaldırmak, Asya ve Afrika ülkelerindeki hükümetlerin endişelerini gidermeye gayret etmek zorunda kalmıştı. Zhou, bu etkileyici taarruzuna, Bandung’daki Çin heyetinin her bir ferdine konferans sırasında komünizmden bahsetmekten kaçınmaları talimatı vererek başlamıştı. Arap gazeteciler, Zhou’nun Bandung’da uzlaşmacı bir tavır sergilediğinden bahsettiler ve 1955’ten 1956’ya kadar Çin hakkında daha önceki eleştirilerini önemli ölçüde yumuşattılar. Mısır, Mayıs 1956’da Çin’deki komünist hükümeti tanıyan ilk Arap ülkesi olduğu zaman ülkede devlete ait El Ahram gazetesi, Mısır’ın desteğinin kazanılmasındaki sebeplerden birinin Çin’in “tarafsızlık” konusundaki kararlılığı olduğunu bildirdi. Bu yüzden, mevcut hükümetlere saygılı olunacağına dair taahhüt, Çin’in Orta Doğu’da yeni müttefikler bulabilmesi için oldukça başarılı olan formülün bir parçası oldu.
Pekin bu stratejiyi takip etmeye son ayaklanmalar sırasında bile devam etti. Çin hükümeti, 2011’de tüm Arap aleminde otoriter rejimlere karşı halk protestoları patlak verdiğinde de ismen görev başında hangi hükümet varsa onu destekleme politikasına başvurdu. Çin, Suriye ve Libya’da halk desteği olmayan rejimlere karşı iç savaş çıktığı zaman, isyancı grupları bu iki ülkenin meşru liderleri olarak tanıyan Batı ülkelerine katılmayı reddetti. Ülke, Mart 2011’de zor durumdaki Libya lideri Muammer Kaddafi’yi kınayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında çekimser kalsa da Çinli yetkililer daha sonra milli egemenliklerin korunması konusundaki taahhütlerinde daha atılgan olmaya karar verdiler. Çin, 2011 ve 2012’de Suriye konusunda bir dizi Güvenlik Konseyi kararında Beşşar Esad’ın vahşi rejiminin cezalandırılmasını isteyen Amerikan destekli teklifleri veto etmede Rusya’ya katıldı. Bu vetolar, Çin’in müdahaleci olmama ideolojisini kullanırken Amerika Birleşik Devletleri’ne meydan okuma arzusunu gösteriyordu. Çin’in Orta Doğu özel temsilcisi Wu Sike, Aralık 2013’teki konuşmasında, vetoların Çin’in “ayağa kalktığını ve Batı ülkeleriyle denk bir şekilde konuşmaya başladığını” gösterdiğini bildirdi. Çinli liderler, müdahaleci olmama konusundaki eski stratejilerini bir meydan okuma eylemi haline getirerek uzlaşmacı bir politikayı küresel ilgileri için kendisini hissettiren bir teşebbüse dönüştürdüler.
Ama Çin’in Orta Doğu’daki ihtilaflara karışmaktaki gönülsüzlüğü son birkaç yıldır bazı Arap yetkililerin sinirlerini bozdu. Çin’in uluslararası profili yükselince Arap liderler Pekin’den daha somut destek beklemeye başladılar. Pekin’deki çoğu Arap diplomat, onlara göre Çin’in Suriye’de çıkardığı engellemelerle Pekin’in Suriye’de ihtilaf sebebiyle yerlerinden olan Suriyelilere önemli insani destekte bulunmayı reddetmesinden hayal kırıklığına kapıldılar. Esad rejimi uluslararası toplumun eylemsizliğinden faydalanmaya devam ettikçe Çin’in iç ihtilaflarda taraf tutmaktan kaçınma teşebbüsü çoğu kişi tarafından rejime örtülü bir destek olarak yorumlanacaktır. Bu hayal kırıklıklarının günün birinde birikip şanını kurtarmak için Çin’i Orta Doğu’da daha aktif bir rol almak zorunda bırakıp bırakmayacağının beklenip görülmesi gerekiyor. Şimdilik böyle bir durum pek muhtemel görünmüyor. Çin hükümeti için ellerini uzak tutma politikasının bölgede yeniden değerlendirilmesi, 60 seneden fazla bir zamandır titizlikle inşa ettiği kimliğinin reddi olur.
Çin'in anlamı
Çin hükümeti, Orta Doğu’daki iç meselelere doğrudan müdahalede bulunmaktan kaçınmış olsa da hep bölgede lider bir rol oynamak istedi. Çin liderleri, 1950’lerden başlayarak Çin’in yönetim ideolojisinin, benzer bir yol takip etmeleri için Üçüncü Dünya ülkelerine ilham vereceği fikrini işlediler. O zamandan beri, Çin’in tecrübesinin ihraç edilebileceği düşüncesi birkaç farklı şekilde gerçekleşti. 1950’lerin sonlarında Çin hükümeti, diğer ülkelere başarılı bir “devrimi” nasıl yapabileceklerini göstermeye çalıştı. Bugün ise tam tersine, Çin’in ideolojik cazibesi, istikrar ve kalkınma konusunda geliştirdiği otoriter formüle olan inancından geliyor. Bununla birlikte, değişmeyen şey, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) düzen için reçete sunduğu görüşüdür. Arap yorumcular, hep onlara göre Çin hükümetinin vatandaşlarını ortak bir milli görev altında toplayabilme kabiliyetine hayranlık duydular. Çin’deki düzenle ilgili bu klişe, Çin’in Arap siyasi şuurunda yer edinmesini sağladı.
Çin hükümeti, 1949’dan sonraki 20 senede nadiren başkalarını Marxist ideolojiye çevirmeye çalıştı. Onlar daha çok Çin’in taklit edilmeye değer olduğuna dair genel bir hissiyat oluşturmaya çalıştılar. Mao’nun tezlerinden sadece birkaç tanesi Orta Doğu’da cazibe kazandı. Mao ve diğer liderler, 1958 ve 1959’da ülkeyi ziyaret eden Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi heyetlerine sömürge karşıtı bir gerilla harbinin nasıl yapılabileceği hususunda dersler verdiler. Tabii bu tür olaylar normalden sapmaydı. Çin hükümeti, daha sonra bunun yerine ülkeyi ziyaret eden yetkililere yönelik titizlikle planlanmış propaganda turlarına bel bağladı. Bununla ÇKP’nin ülkede tam bir düzen sağladığı ve Çin toplumunu birleştirdiği hissi oluşturulmaya çalışıldı. Arap ziyaretçiler, bu teşebbüse büyük bir hevesle karşılık verdiler. Bunların Çin hakkında yayımladıkları raporlar, Çin’in otoriterliğinin faydalarını yansıtan hikayelerle doluydu: Tek bir gecede tamamlanan dev inşaat projeleri, haşeratın kontrol altına alınması için kırsal kesimde yapılan geniş çaplı mücadeleler ve milyonlarca kişinin katıldığı tam bir nizam içindeki dev toplantılar…
Çin hükümeti bugün, derin ekonomik ve sosyal dönüşümü konusundaki başarılı yönetiminin, en etkili cazibe noktası olduğu görüşündedir. Çinli yetkililer, Arap dinleyicilere hitap ettiklerinde sadece ülkenin iktisadi gelişmesi üzerine odaklanmama eğilimindedirler, Bunlar daha ziyade Çin’in 1949’dan bu yana tam bir milli uyanış geçirdiği görüşüne vurgu yaparlar. Çin’in yükselişini bu milliyetçi perspektifle değerlendirmekle bunlar, 1950’lerden beri Arap ziyaretçileri büyüleyen üzerinde birleşilmiş milli görev fikrine yeniden başvururlar Çin’in Mısır büyükelçisi Song Aiguo, El Ahram’da Nisan 2013’te yayımlanan “Çin rüyası” başlıklı makalede, zamanla test edilmiş bu formülü mükemmel bir şekilde tasvir etti. O, makalesine alçakgönüllülükle Çinlilerin “mutlu, güzel ve barışçı bir hayat” sürmek istediğini ifade ederek başladı ve akabinde onların, hükümetlerinin ekonomik gelişmeyle “milli bir rönesans” gerçekleştirmeyi başaracağından emin olduklarını duyurdu. Song daha sonra, aynı hayali Mısır’da da gerçekleştirmek için kendisi ve diğer Çinli liderlerin Mısır halkıyla birlikte çalışacakları sözünü verdi. Çinli yetkililer, “Çin rüyasının” gerçekte tam olarak ne anlama geldiği hususunda hiç açık değilken, diğer ülkelerin kendi rüyalarını gerçekleştirmelerine nasıl yardımcı olmayı planladıkları da ayrı bir mevzudur ama yine de bu durum, mesajlarının tesirini hafifletecek gibi görünmüyor.
Aslında Çin’in otoriter kalkınma modeli, Batı tarzı liberal demokrasiye bir alternatif bulmak isteyen Arapları derinden etkiliyor. Büyük çaplı fakirlik ve siyasi istikrarda aksamalarla malul bir bölgenin sakinlerinin, Çin’in bu iki problemin her ikisine de çözüm olabileceği iddiasına bu kadar alaka duymalarının sebebi kolayca anlaşılabilir. Gerçekten son birkaç kamuoyu araştırması, hem Orta Doğu hem de ötesinde “sosyal düzen teminatına” desteğin giderek arttığını gösterdi. Siyasi duruşları Çinli liderlerden oldukça farklı olan teşkilatlar bile Çin’in kalkınma modeline hayranlıklarını ifade ettiler. Bu durum en iyi, Mısır’daki Müslüman Kardeşler teşkilatının Eylül 2011’de, kendisine bağlı Hürriyet ve Adalet Partisi’nin “Çin’in tecrübesinin taklit edilmeye değer” olduğunu düşündüğü açıklamasında görülür. Böyle bir açıklama, sadece Çin’in artan gelişmesine değil, aynı zamanda büyümeyle birlikte gelişen sosyal yapısına da gönderme yapıyor.
İslam'ın Rolü
Belki de Çin-Arap ilişkilerinde süreklilik arz eden en mühim şey, Çinli Müslümanların oynadığı önemli roldür. Bunlar Tang Hanedanı sırasında ilk Müslüman toplulukların tesisinden bu yana kendi memleketleriyle Arap dindaşları arasında aracı olarak davrandılar. Çin hükümeti, 20. asırda Arap rejimleriyle görüşmelerinde hep Müslüman vatandaşlarına güvendi. Çin’de çok miktarda Müslüman azınlık bulunması, Çin’in meşrulaşmasına yardım etti. Çin hükümeti aynı zamanda diğer Müslüman ülkelerle olan yakın ilişkilerini, kendi Müslüman nüfusu üzerinde meşruiyetini pekiştirmek için de kullandı. Çin’de ateist olduğunu itiraf eden hükümet, İslam’ı tartışmaktan kaçınmak bir yana Müslümanlara karşı yüce gönüllü olmak istediğini ifade ederek yurt içinde ve dışında itibar kazanmaya çalıştı.
Müslümanlar 1949 öncesinden bu yana Çin’le Müslüman Orta Doğu arasında köprü görevi yaptı. 1930’ların sonlarında Chiang Kai-shek’in milliyetçi hükümeti, Japonya’ya karşı savaş konusunda Arap Müslümanlara propaganda yapmaları talimatıyla hac için Mekke’ye iki Müslüman heyet gönderdi. Komünist hükümet, Çin İslam Derneği gözetiminde hacı adayları göndererek Orta Doğu’ya uzun turlar düzenleme suretiyle bu hac diplomasisi stratejisini 1955 ve 1956’da da tekrarladı. Bu heyetlerin liderleri, Çin’in henüz resmen temsil edilmediği ülkelerde önemli diplomatik fonksiyonlar gördüler. İleriye Doğru Büyük Sıçrama’nın başladığı 1958’de Çin hükümeti, Arap Müslümanlarla ortak paydalar tesis etmek için dini kullanmaya son verdi. Ama Çin’in 1980’lerde liberalleşmesiyle İslam diplomasisi hızla geri geldi. Çinli siyasetçiler, her sene hac yapan 13 binden fazla Çinli Müslüman’ı Pekin’in Orta Doğu’daki çıkarlarını yaymak üzere kültür elçileri olarak görmeye başladı. İnsanbilimci Dru Gladney, Çin hükümetinin Orta Doğu’da ilişkileri geliştirmek için “İslam kartını” kullanmasında 1950’lerle son 10 yıllar arasında paralellikler olduğunu bildirdi.
Çin hükümeti, bir yandan Çin’i Orta Doğu’da savunmak üzere Müslümanları istihdam ederken diğer yandan da Arap ülkeleriyle gelişen ilişkilerini Çin’deki Müslümanları cezp etmek için kullanıyordu. ÇKP, 1950’lerin ortalarında halen gücünü Çin çapında pekiştirmeye çalışıyordu. Özellikle de devletin ücra kesimleriyle etnik azınlıklar arasında… Bu yüzden, Çinli liderler, politikalarından genelde dünya çapında Müslümanların, özelde de Çinli Müslümanların faydalandığını belirterek kendilerini İslam’ın ateşli savunucuları olarak tasvir etmeye özen gösterdiler. Bu çabalar, Arap Müslüman yetkililerin, Çin hükümetinin kendi Müslüman nüfusuna muamelesini tasdik etmesiyle önemli destek kazandı. Çin’i ziyaret eden ilk Mısır kabine mensubu olan Dini Vakıflar Bakanı Ahmed Hasan El Bakuri, bu vazifeyi Mayıs 1955’te açıkça “Çinli Müslüman kardeşlerinin” ÇKP idaresi altında “barış içinde” bir hayat sürdürdüklerini ifade ederek yaptı. Çin hükümeti, benzer bir zaferi, Mart 1957’de sıradan Mısırlılardan oluşan kalabalıkların ülkeyi ziyaret eden Çinli Müslüman heyeti karşılamak için sokaklara dökülüp “Çok yaşa Mao Zedong!” nidaları attığı bildirilince elde etti. Çin’in 1950’lerin ortalarında Orta Doğu ülkeleriyle bağ kurma çabalarında en büyük başarılarından birinin de giderek artan sayıda Arap liderin, Çin’in iç politikalarına destek vereceklerine dair söz vermeleri olduğu ifade ediliyor.
Bu mantık, 21. asırda Çin’in Orta Doğu politikasına yeniden hükmediyor. Pekin, huzursuz Şincan eyaletinde karışıklık ihtimalinden derin endişe duyduğu için dışarıdaki Müslümanların Çin devletini meşrulaştırmasına yeniden bel bağlıyor. Temmuz 2009’da Şincan’ın başkenti Urumçi’deki ayaklanma, Çin’i baskıcı politikaları için dışarıdan tasdik aramak zorunda bıraktı. Kuvvetli İslami referanslara sahip iki otoriter ülkenin liderleri hemen devreye girdi. Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari, ülkesinin “Çin’deki Müslümanların can ve mallarının tam olarak korunması ve bunların serbestçe ibadet etme hakkı da dahil tüm haklarına tam olarak riayet edilmesini takdir ettiğini” bildirdi. Suudi Arabistan dışişleri bakanının baş danışmanı da doğrudan Çin’de ayaklanan Müslümanlara hitap etti ve onlara “İster Çin’de ister başka bir ülkede olsun iyi bir Müslüman, iyi bir vatandaş olmalıdır” diye ders verdi. Bu tür ifadeler Çin hükümeti için son derece kıymetlidir. Hükümet, bu ifadeleri sadece yeni yeni tomurcuklanmaya başlayan isyan olaylarını sekteye uğratmak için değil, aynı zamanda kendisini küresel İslam topluluğunun kabul edilen bir parçası olarak göstermek için de kullanıyor.
Ekonominin ötesine bakmak
Çin’in ekonomik bir güç olarak ortaya çıkışını göz önüne alan çoğu analist, Çin’in 1993’te net petrol ithalcisi ülke olmasını, Orta Doğu’da petrol ihraç eden ülkelerle ilişkilerinde dönüm noktası olarak değerlendirir. Bu mantığa göre, Çin’in petrol dahil hammadde ithalatına olan bağımlılığının artması Çin hükümetini kendisinin Orta Doğu kaynaklarına ulaşmasını sağlayacak politikalar benimsemek zorunda bıraktı. Realite ise, Çin Arap ülkeleriyle olan ekonomik bağlara şiddetle ihtiyaç duysa da onun bu ülkelere yönelik dış politikasında, çoğu bilim adamının zannettiği kadar büyük değişiklik olmadığıdır. 1950’lerde Zhou tarafından tesis edilen ve her ülkenin egemenliğine saygı duyulmasını öngören Orta Doğu politikası, ticari ilişkilerdeki gelişmelerle tam olarak uyumludur. Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik çıkarları onun eskiden beri devam eden siyasi pozisyonuyla çatışıncaya kadar, Çinli liderlerin Çin-Arap ilişkilerinin geliştiği paradigmadan mali kazanç uğruna taviz verip vermeyeceklerini bilmek mümkün değildir.
Kaynak: Middle East Institute
Dünya Bülteni için çeviren: Arif Kaya