19. yüzyıldan itibaren egemen olan pozitivist ve materyalist ideolojilerin yaymaya çalıştığının aksine geçen yıllar bize gösterdi ki siyasi ve sivil hayatta dine olan talep artmıştır. Komünist rejimlerin yıkılması için Katolik ve Ortodoks kiliseleri başrol oynamıştır. Bu rol gerek sabık Papa II. John Paul'un uluslararası diplomaside oynadığı istisnai rol gerekse siyasi muhalif güçleri desteklemek amacıyla faaliyette bulunan ve Polonya, Rusya ve genel olarak Doğu Avrupa ülkelerinde muhalefet için bir kaldıraç görevi gören yerel kiliseler vasıtasıyla bu rol çok etkin bir şekilde oynandı.
Aynı durum Müslüman Afgan mücahitlerinin Sovyet Rejimine yaşattığı ve Sovyetlerin etkilerinden dolayı asla başarılı olamadığı askeri ve siyasi hezimette de görülüyor.
Kurtuluş teolojisi mensupları Marksist ideolojinin yıkılmasından sonra diktatörlüklerin hezimete uğratılmasında, Latin Amerika'da halkların, bilhassa yoksul tabakanın sosyal haklarını perçinlemede çok temel bir rol oynamıştır.
Örneğin bizim bölgemizde dini geçmiş canlı ve diri tutulmadan, milliyetçilikle din karıştırılmadan Filistin'de salt bir Yahudi devletinin kurulmasını amaçlayan Siyonist plan gerçekleşebilir miydi? Ya da yıllarca Şii gelenek tarafından sürdürülen muazzam dini hazırlıklar olmadan, ABD'den çok güçlü bir destek gören İran'da Şah rejimi yıkılır mıydı?
İran Devrimiyle ortaya çıkan şimdiki rejim de varlığını ve devamını devrimin fışkırttığı dini ruha borçludur.
Bugün de Arap ve İslami muhalif hareketlerin çoğu ve en büyükleri baskıcı ve totaliter rejimleri değiştirmeyi ya da bu rejimlere kafa tutmayı amaçlayan faaliyetlerin de dini geçmişe ve ruhsal gıdaya dayanmaktadır. Yaşam koşullarını iyileştirmeyi, sosyal hayata katılımı sağlamayı ve işgalcileri topraklarından kovmayı amaçlayan mücadelede halkı motive etmede ve kamuoyu oluşturmada dini inançları referans alan hareketler milliyetçi ve solcu hareketlerin yerine geçti. Filistin, Lübnan, Irak ve diğer birçok ülkede olduğu gibi.
Dünyanın birçok yerinde batıyla doğrudan bir çatışma stratejisi benimseyen İslami Hareketler Avrupa ve Amerika başkentlerini, terör savaşına karşı koymak için savunma stratejilerini yeniden gözden geçirmeye mecbur bıraktı.
Vatikan siyasetçilerin uğrak yeri oldu
Papanın karargâhı siyasetlerine dini meşruluk kazandırmak isteyen tüm diplomatların zorunlu bir uğrak yeri haline geldi. Tabiî bu diplomatların arasında ABD liderleri de bulunuyor. Şii mercilerin Irak ve İran'da siyaset ve iktidardaki siyasi liderler için ilk uğrak yerleri olmaları da bu duruma iyi bir örnektir.
.
Günümüz siyasetinde dinin geri gelen nüfuzuna bir diğer örnek de Burma ya da diğer adıyla Myanmar'da Budist din adamlarının ayaklanmasıdır.
Siyaset yapma, toplumları inşa etme konusunda dinin ya da dinlerin bu yenilenen rolü, insanın kurtuluşu için bilime inanan, bilimle dini ayırmaya çalışan, insanının doğaya karşı cahil kalmasının ya da fikirsel olarak güdük kalmasının nedeni olarak dini gördüğü için dine karşı çıkan önceki düşüncelerle onsekizinci yüzyılda aydınlanma çağıyla birlikte başlayan pozitivist sosyal düşüncenin uzun yıllar yaymaya çalıştığı fikirlerle büyük bir çatışma halindedir.
"Din milletlerin afyonudur, sınıf köleliği ve egemenliği sona erdikten,insanın insana kulluğu bittikten sonra dinin de kaçınılmaz olarak etkisi azalacaktır" diyen Marx ve materyalist felsefelere inananlarla çok daha güçlü bir çatışma halindedir.
Tüm bunlara göre modernizm positif ve bilimsel bilinç biçimleri için mutlak bir zafer ve dini bilinç için başka bir deyişle tüm dinler için bir gerileme olacaktı.
Kuşkusuz sanayi devriminin ve onu izleyen toplumların üretim araçlarında, yaşam biçiminde ve düşüncesinde meydana gelen devrim, insanların inançlarında, hayat ve iş hayatındaki hayal ve amaçlarında meydana gelen büyük değişim siyaset üzerinde klasik dinlerin etkisini yeni inançlar lehine zayıflatması semavi dinlere alternatif olduğu manasına gelmez, buna 19. yüzyılda güçlü bir şekilde yayılan ve yirminci yüzyıla kadar taşan milliyetçilik, komünizm ve pozitivizm de dâhil.
Belli bir döneme ait olan bu ideolojilerin yayılması, yeryüzünde insanın yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan, bedeni ve akli mutluluğunu pekiştiren bir kısım değer ve özlemler sistemlerin gelişmesine bağlıdır. Hâlbuki semavi dini inançlar ve değerler sistemleri ruhsal kurtuluş ve ebedi ahiret hayatını tercih etmektedir.
Ancak durum yetmişli yıllardan itibaren değişmeye başladı. Bu sürprizin ya da genel olarak siyasi ve sivil hayatta din etkisinin artmaya başlaması sürprizini açıklayan üç temel unsur vardır:
Birincisi: Dini düşüncenin gerileme gerçeğinin yanlış yorumlanması, bunu dinin kesin olarak yok olduğuyla, eski bir düşünce örneği olarak bilimin karşısında etkisinin zayıflamasıyla birleştirmek, rasyonel ve bilimsel düşünce ve akıl lehine dinin etkisinin kırılacağını müjdeleyen pozitivist ve materyalist felsefi tezlerin basite indirgeme ve kolaycılığa kaçma özelliğini gösteriyor.
Dini düşünce ve değerlerden bir türün zayıflaması, dinin zayıfladığı anlamına gelmez. Aynı şekilde bilimsel bilginin gelişmesi ve bilimin reel hayata hâkim olması eleştirel filozofların "enstrümental rasyonalizm" adını verdikleri rasyonalizm kriterlerinden ayrılan bir rasyonalizm özelliği taşıyan olgu veya varlık ya da evreni temsil eden bir formül varlığını yok etmez.
Bireyin varlıkla ilişkisi sanat, ahlak ve duyguda olduğu gibi sadece maddi bilişsel bir ilişki değil aynı zamanda çok düzeyli ve boyutlu bir ilişkidir.
Bu düzeylerden biri dini mantığın ya da dini deneyimin özünü oluşturan imanın ilişkisi, imanın maddi ve zihni şekillerde tabir ettiği bağlılık, mensubiyet ve varlıkla özdeşlik mümini iman ettiği şeye ihlâsla bağlanmaya sürüklüyor, maddi daha doğru bir ifadeyle insani şart üzerine yükselmesini sağlayarak mutlakla birleşmesini yani özü inkâr düzeyine çıkmasını ve düşüncede ya da değerde veya onu ilgilendiren sembolde boğulmaya neden olmaktadır.
Dünyayla ilişki kurma ve kâinatın bir parçası olarak özle barışık olma üslubu olarak İman yani tam birleşme ve teslim olma, insani asil bir deneyim olup beşeri bilginin gelişimine ya da dış kontrolden doğan boşluğa veya sınıfsal sömürüye ya da sadece klasik dindarlığa bağlı değildir. Aksine ileri gelen âlimlerin teşhis etmesi gereken bir durumdur.
Komünistler arasında derin bir inançla komünizme inanan müminler gibi bu uğurda kendini ölüme adayan kimseler vardı. Zindanlarda ve sürgünlerde, kendileri için kimse gözyaşı dökmeden öldüler.
Bu anlamda bir sanat olarak din, ruhsal ve ahlaki bir arınmadan düşünce ve yaşam tarzı oluşturabilecek şekilde dünyayı temsil eden zihni bir formüldür.
Bilginin gelişmesi, bireyin vesayet ve baskıcı rejimlerden kurtulması böyle büyük insani deneyimlerin devam etmesine mani değildir. Bazı İslami Sufi tarikatların çok daha açık bir şekilde canlı örneğini gösterdiği gibi.
Bu anlamda dindarlık bireyle temsil ettiği ve diğer bireylerle ilişki kurmasını sağlayan düşünce arasındaki ilişki tarzını oluşturuyor. Zira toplumlar davranışlarını ve bireylerinin kendi aralarındaki ilişkilerini düzenleyen inançlar olmadan yaşayamazlar.
Birey inançlarıyla ve düşünceleriyle kullanım yoluyla ve ya enstrümantal olarak ilişki kurabilir. Bencil çıkarları ve ihtiyaçlarına göre kullanabilir. Bu inançlar semavi dini inançlar olsa bile. Bu inançlara, inancın doğası gereği özle yükselme ya da maddi fani şartından yükselme vesilesi, ilahi ya da sosyal mutlakla birleşme vesilesi olarak ta bakabilir.
Birçok modern filozof ve sosyolog genel olarak pozitivist felsefeye hâkim olan "basite indirgeme" bakış açısını reddediyorlar. Dini toplumun varlığına eşlik eden sembolik bir sistem olarak kabul ediyorlar. 19. yüzyılda Amerika'da doğan modern demokratik rejim de içerdiği etik cephane nedeniyle dinin önemine ilk işaret eden Aleksis de Tokvil'dir.
Sosyoloji bilimini "modern toplumlar dâhil olmak üzere toplumlarda sosyal entegrasyonu sağlamak için din zaruridir" diye bakış açısını, bilimsel temeller üzerinde kurmaya çalışan ilk bilim adamı Durkheim'dir.
Max Weber ise "Protestan Ahlâkı ve Kapitalizm Ruhu" adlı kitabında da belirttiği gibi ekonomik sistemler kurulurken değerler sisteminin önemini vurgulamıştır. George Simmel ise toplumların yaşamında dini bilince temel bir veri olarak bakıyor.
Bu dine dönüşü açıklayan ikinci unsur ise etkisi azalmakta olan tevhidi dinlerin eskiden geçirmiş olduğu dâhili derin dönüşümlerdir. Bu dışardan bakan ve ilgili olmayanın kolayca anlayabileceği bir durum değildir. Zira değerler sisteminin ve bireylerin derin emellerinin derinliklerinde yer almaktadır. Bu dinler göstergelerini değiştirdikçe eski rolünü geri alıp modernizmin getirdiği yıkıcı, ayrıştırıcı, farklılaştırıcı, negatif hatta bazen eski düşünsel ve dini geleneklerinden çıkıp ruhsal, fikirsel ve sosyal boşluklarını nasıl dolduracaklarını bilemeyenler için imkansız sorunsalı, protesto için düşünsel çerçevelere dönüştü.
Protestonun gerekçelendirilmesi ve çerçevesinin çizilmesinin geri dönmekte olan tevhidi dinlerin temel görevidir desek abartmış olmayız.
Üçüncü Unsur ise modernizm ya da modernizmin klasik tarz krizi ve sanayileşme aşamasında ve sonrasında ortaya çıkan bu örneğinin geleneksel hayat tarzlarının dışına çıkan ve sayıları giderek artan kitleleri absorbe etmekte ve bu kitleleri lanse ettiği hayata katmakta aciz kalmasının belli olmasıdır. Ayrıca üretkenlik oranın artması ve tüketim değerlerinin yükselmesi için sürekli bir rekabete yönlendiren bu örneklerin işe yaramadığı ortaya çıktı.
Toplumları yakın bağlarından koparan, gelecekle ilgili kuşkuları derinleştiren teknolojik, bilimsel gelişmeler ve golaballeşme dini canlanmanın başlıca nedenlerinden biri olabilir.
Bu, Milliyetçilik ve komünizm gibi modernizme eşlik eden belli dönem inançların ve ateizmin nasıl gerilemeye ve günden güne etkisinin azalmaya başladığını da açıklıyor. Bununla birlikte dini inançlar ve kardeşlik, bir önceki çağda modernizm, düşünsel ve teknolojik kalkınmanın kurbanı olan ruhsal yakınlık lehine siyasetin de nasıl gerilediğini Yetmişli yıllardan itibaren muhalefet ve değişim hareketleriyle dini ihya arasında ters bir yakınlaşmaya şahit olduk. İran İslam Devrimi belki de bu yakınlaşmanın en güzel örneğidir. Gelişmekte olan dünyanın birçok bölgesinde hatta gelişmiş olan endüstriyel dünyada halklar arasında muhtelif biçimlerde tabir edilen bu yakınlaşma devam edecek ve yayılacaktır.
Latin Amerika toplumlarının şahit olduğu kurtuluş teolojisi ve Myanmar'da Budist din adamları hareketi de bundan farklı değildir.
Dini uyanış denen şey aslında eski dindarlık biçimlerine dönüleceği anlamına gelmez. Ancak imanın ve özü inkâr ve kendini adamışlık karışımından oluşan ya da modernizm faaliyetlerinin geçmişte sebep olduğu ve halen de müsebbibi olan çatışmalarda milli, sınıfsal ya da mezhepsel cemaatler lehine özünü ya da özüyle ilgili ilkeleri tenzih eden dini bilincin tekrar değerlendirilmesi anlamına gelir.
Bu geleneksel dini ve inanç savaşlarının geri gelmesinden ziyade modern savaşlarda klasik dini düşünce için görevlendirmedir. Bu her yerde gelişen bu dini ihyanın siyasi özelliğini açıklıyor.
Din burada umutsuzluk, yoksulluk, işsizlik, dışlanmışlık ve yabancı düşmanlığa karşı savaşında belli sosyal grupların tutumunu güçlendiren bir kaynak ya da merci olarak tekrar ön plana çıkıyor.Yine din toplumsal bir kimlik,fedakarlığa teşvik eden ve sosyal ve insani dayanışma değerlerini canlandıran mücadeleci bir inancı perçinleştiren bir kaynak oluşturuyor.
Bundan yola çıkarak dinin artık etkisinin azalmadığını aksine yeni roller oynamak için düşüncelerini ve değerlerini yenilediğini ve rehabilite ettiğini söyleyebiliriz. Yenilenen dinin kullandığı materyal eskidir. Düşüncelerle, kavramlarla, terimlerle ve ritüellerle ilişki kurmakla birlikte bu kavramları, terimleri ve ritüelleri toplumların ihtiyaçlarına ve modernizmin tehditlerine karşı yeni bir biçime koyar.
Öyleyse Marx'ın dediği gibi bu manada dinleri toplumların afyonu ya da toplumları uyuşturmanın aracı olarak ya da dini düşüncenin yayılması kamuoyunun cahil kalmasının ya da rasyonel bilginin yokluğunun nedeni olarak nitelemenin anlamı yok.
Dinin bu yükselen dirilişi modernizm ve dolayısıyla modernizm değerleriyle çelişmez. Aksine bu değerleri besler. Özgürlük, adalet ve eşitlik gibi değerlerin pekiştirilmesini hedefler. Burada ortaya çıkan problem toplumu ve devleti yeniden yapılandırmayla alakalıdır.
Siyaset bu durumda dini duygu, değer ve kaynakları artan bir şekilde hazır tutmaya dayanıyor. Ancak devlet eşit vatandaşların aynı yasaya boyun eğdiği, elit siyasi tabakanın inanç olarak tarafsız olmadan ayakta kalamadığı, siyasi ve dini çekişme çemberinden çıkarmadan yani ideolojik değil de kurumsal devlet düzeyine çıkarmadan ayakta durmaz.
Belki de buradaki modern siyaset paradoksu ülkelerimizde mevcuttur. Yoksa her geçen gün daha fazla dini inançları referans alan siyasi uygulamanın gereksinimleriyle her mezhep ve dine mensup insanların eşit bir şekilde yaşadığı kapsayıcı bir kurum olarak devletin gereksinimlerini nasıl bağdaştırabiliriz. Başka bir deyişle devleti ideolojik bir devlet değil de bir hukuk devletine dönüştürerek bunu nasıl bağdaştırabiliriz?
Toplumlarımızı zehirleyen ve bu toplumları sürekli bir takım savaş ve çatışmalara sürükleyen bu derin bölünmeler tehlikesi siyasetin çıkmaz yollara girdiğini, devleti kapsayıcı hukuki bir kurum olma özelliğinden çıkardığını açıklamıyor mu?
Bence dini siyasetten uzak tutmaya çağıran bu tarihi paradoksa cevap, dini siyasi çağdaş bir deneyim için başlıca tehlike kaynağını oluşturan dinin her hangi bir mezhebin, kabilenin ya da milletin nüfuzunu pekiştirmek için kullanılması yerine ihlâs anlamında başka bir deyişle aynı zamanda ilahi gayeler olan insani ilkeler uğrunda özü inkâr etme şeklinde din kavramını derinleştirmektir.
İşte o zaman ihlâsa eşit olan ve hak, adalet ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulmuş olan din arzu edilen Arap ya da İslami demokratik bir hukuk devletinin kurulmasında temel faktör olabilir.
*Suriyeli Yazar
Bu makale Mehmet S.Direk tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.