I-Havalimanı’ndan bindiğim taksinin şöförü Refahiyeli çıktı. Ne fiziği ne de lehçesi bir şey söyledi. Doğduğumuz topraklardan aldığımız renkler bir şekilde kendini belli ediyor olmalı. Önce o sordu, “Memleket neresi abla?” diye. Sonra hemşehri olduğumuzu gördük. Şahverdi köyündenmiş. Belki beş yüz altı yüz sene önce Horosan’dan yola çıkmış atalarımız. Onun dedeleri Aleviliği benimsemiş, benimkiler Hanefiliği. Irklar geçen yüzyıllar içinde karışmamış olabilir mi? Bir takım nitelikleri doğduğumuzda bizleri kuşatmış olarak buluyoruz. Bunlar bazen bir bağış oluyor, bazen de ağır bir yük.
Hayata ırk zaviyesinden bakmamayı mektep medreseden önce aile ocağında öğreniyor insan. Bu topraklarda yetişen deha sahibi insanların kökenini tespit için kafa taslarını mezarlarından çıkartan zihniyet ikimize de ürkütücü geliyor.
Şahverdili hemşehrim çalıştığı iş yerlerinde kendisini takip eden fısıltı rüzgarından seçebildiği cümleleri aktarıyor. Gizli yaşanmaya zorlanmak, özünden apayrı, aykırı tasvirlerle karartılan bir mevcudiyete yakıştırılmak... Ne yaparsa yapsın, nasıl yaşarsa yaşasın, yakıştırılan kimliğin çerçevesini aşamamak, o çerçeve içinde sıkışıp kalmak üstelik... Bir Kürt Alevisi işte bunları yaşamaya alışkın olabilir, büyük şehrin insanı o kadar da örtbas edemeyen kalabalığında. Şayialar gerçekleri ulaşılmaz kılarken yabancılaşmayı çoğaltıyor. Kendi yerinde kökleriyle, tabii çevresiyle, oturmuş komşuluk ilişkileriyle var olmanın güvenini yaşıyan insan, metropol kalabalığının kaba saba şablonlarıyla, bireyi görünmez kılan toptancı yargılarıyla aynılaşıyor. Kozmopolitleşme öyle umulduğu gibi parmakla gösterilen kişiyi ne görünmez kılıyor ne de değerini lâyıkıyla bildiriyor ona.
II-Gözleri yaşlı karşıladı beni annem. Ne oldu canım sana, diye sordum. Alzehimeirin istilasına direnen hafızasındaki sahneler, televizyon ekranındaki görüntülerle karışmış. Gel bak, dedi. Bir zamanlar Müslümanlara neler yapmışlar, ne acılar çekmiş insanlarımız, onu gösteriyorlar. Elimde gazete var, babam uzandı aldı. O gazetenin sayfalarını çevirirken, Hrant Dink’in fotoğrafını gördü annem, yeniden ağlamaya başladı. Dili dolanarak konuştu: “O buraların adamıydı. Kimseye bir şey yapmadı. Kim öldürdü onu, bulsunlar. Çoluğu çocuğu ortada kaldı. Vurup kaçtılar. Üzerine gazete örtmüşlerdi. Türkler yapmış olamaz. O buraların adamıydı.”
Buralar bazen İstanbul, bazen memuriyetle geçilen herhangi bir belde, bazen de Erzincan. Depremler görse de, kışları sert geçse de Erzincan ılımlı bir şehirdir, ovasının yaydığı bereketin de etkisiyle. Türk’le Kürd’ü birbirine düşürten gizli saklı odakların, yapıların kurguları oluyor. Zemin müsait değilse, bu odakların çabaları bir yere kadar etkili olabilir, bu doğru. Şu var ki zemini mayınlı bir araziye dönüştüren de Erzincan ahalisi olmuyor çoğu zaman. Erzincan her seferinde kendini toparlamayı başarıyor, ılımlı havası, iyi huyu nedeniyle.
Sadece Kürt Alevi nüfusu değil, Ermeni nüfusu da bir kardeşlik ikliminde yaşamıştır bu şehrin, tehcire kadar. Müslüman Ermeni’ye çırak olur, canını kurtarmaya çalışan Ermeni Müslüman komşusunun evinde barınır yıllarca.
Mustafa Kutlu’nun son eseri Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı’nın kahramanı olan Tahir Sami Bey, babasının Eğin’den İstanbul’a getirerek Ermeni hemşehrisi, ciltçilik alanında usta Nişan Efendi’ye teslim ettiği Süleyman’ın torununun oğludur. Baba oğlunu Ermeni hemşehrisine teslim etmiş, Ermeni hemşehri yaşlılık günlerinde Paris’teki evlatlarının yanına taşınırken, varını yoğunu Müslüman çırağına bırakmıştır.
III-Şahverdili şöförün yol boyunca anlattıklarını 1950’li yılların sonlarında bu köyde öğretmenlik yapmış olan babama aktarıyorum. Alevi Kürtlerle ilgili her zamanki kanaatlerini sıralamaya başlıyor babam: Ben hayatımda onlar kadar namuslu, haysiyetine düşkün, çalışkan insanlar görmedim.
Sonra yıllarca ailemizin bir parçası olan Şahverdili Gülsüm Bacı’yı hatırlıyoruz birlikte. Ben başörtüsü bağlamındaki ilk hikayelerimden birini Gülsüm Bacı’dan esinlenerek yazmıştım. “Gülsüm Bacı’yla Buluşma” isimli bu hikaye 1987’de Aylık Dergi’de yayınlandı. Taşradan büyük şehre okumaya giden genç kız, çok sevdiği Gülsüm Bacı’sının hatırasına tutunurken de başörtülü öğrencilere karışıyor. Gülsüm Bacı ailesinin bir parçası olan Kürt-Alevi bir yaşlı kadın. “Türban” diye isimlendirilen başörtüsü, beyaz tülbentli, kahverengili atkılı, alnı çatkılı, tatlı dilli, masal menkıbe ustası Gülsüm Bacı’ya verdiği kıymetle de yakınlaşıyor öğrenci kıza.
Bu yazı zihnimden akmaya başlıyor, çıkmak için hazırlanırken. Çünkü, “Küçük bir yeri vardı. Çalışıyordu orada, ekmeğini kazanıyordu. Ne istediler?” diye sorusunu yineliyor annem, beni uğurlarken. Nice sıradan kelimeyi hatırlamayan, meramını dolambaçlı cümlelerle ifadeye çalışan zihninin Hrant Dink’i hatırlarken seçtiği kelimeler, karıştırılmış toplumsal belleğimizin asli niteliklerini sergiliyor gibi geliyor bana.
Ne çok şeyi unutsa da Hrant Dink’in üzerine gazete örtülü cansız bedenini hatırlayan annem için yazıldı bu yazı.