Sayın Baykal, Geçen yazımda size güller atmayı sürdüreceğimi söylemiştim.

Sözümü tutuyorum.

Ama bu kez gülleri, aynı kuşaktan bir yaşıtınız olarak atacağım.

İzninizle geçen yazımda kaldığım yerden başlayayım.

Sayın Baykal,

Tarih, Lyotard'ın dediği gibi, ilk günahtan bu yana insanın özgürleşmesi yönünde gelişmiştir. Biz Türkler de, elbette bu tarihin dışında, tarih dışı bir toplum değiliz.

AB ile değerlerimizi yeniden gözden geçirme, hukukumuzu yeniden düzenleme, demokrasimizi yeniden kurma dönemindeyiz. Yüzyılın son kuşağının çağ dışı kalıplarıyla, yapay düşsel vaatleriyle, ötekileştirmeyi kışkırtan ve akılcılığı çığ gibi ezen, içi boş, tekelci, demagojik yurtseverlik söylevleriyle toplumların oyalanamadığı baş döndürücü bir hız çağında yaşıyoruz.

Öyle ki, Kanada saniyede 360 trilyon bilgi akışını gerçekleştiren dizgeyi yaşama geçirdi.

Günümüzde ortaya atılan görüşler daha bilgisayara girmeden eskiyor.

Giordano Bruno'nun "karşıtların birliği/çakışması" (coincidentia oppositorum) düşüncesi Heraklit'ten bu yana toplumlara çeki düzen vermekte. Aristoteles'in "en büyük uyuşmalar, karşıtlıklardan doğar" sözü sürgit geçerli.

Kimileri bunları beğenmeyebilir, hatta görmezlikten gelebilir. Ama toplumsal yasalar kimseyi dinlemez. Bize karşın hükmünü yürütür onlar.

Bize düşen en az hasarla ilerlemek.

Strinberg, "Şam'a Doğru" yapıtında bir karaktere şunları söyletir: "Sav, onamadır. Karşısav, yadsımadır. Bireşim, kavramadır. Her şeyi onayarak başlarız. Yadsıyarak yaşarız. Kavrayarak bitiririz. O yüzden tek yanlı olma. 'Ya o, ya bu' deme. 'Hem o, hem bu' de."

Evet, Sayın Baykal, biz aynı kuşağın çocuklarıyız. Yaşıtız. Olgunluk çağını çoktan, Türkiye'deki yaş ortalamasını da yenilerde aştık. Şimdi yalın ve bilgece konuşma, kavrayarak bitirme ve " hem o, hem bu" deme zamanı.

Kartlar karıldı. Destedeki bireysellikler örselenip, biçimsiz bir yığına dönüştürülmeden, başkalıkların bütünü bozmayacak biçimde, dengeli ve birbirleriyle bağlantılı olarak kartları dağıtma zamanı.

Ve de dikkatli, duyarlı olma; aklın, sağduyunun, sağgörünün, vicdanın bileşkesini alma zamanı.

Unutmayalım. Herkes her şeyi görüyor, işitiyor. Körler de görürler. Âşık Veysel, kördü. Ama doğa üzerine en güzel felsefi şiirleri üretti. Sağırlar da işitirler. Beethoven sağırdı. Ama en güzel ezgileri dünyaya armağan etti.

Sayın Baykal, gözlerinizi ve kulaklarınızı kapatsanız bile görüşmediğiniz kişilerin karşınızda durduklarını görecek, söylediklerini işiteceksiniz. Başkalıklara hem alışacaksınız, hem de onların, en uçtakilerin bile yan yana durabildiklerini göreceksiniz.

Bu nedenle gelin, en iyisi diyalektik ve diyalojik yöntemleri işletin. En karşıt ve uç görüşte duran insanlarla yüzleşin. Söyleyeceklerinizi yüzlerine karşı söyleyin. Onların söyleyeceklerini de dinleyin ve değerlendirin. Onları sorgulama sağanağına tutma fırsatını kaçırmayın. Görüşlerini didikleyin. "Hamama girenin terlediğini", "herkesin kendi çarmıhını sırtında taşıdığını" ne siz unutun, ne de onlar unutsunlar. Yararını göreceksiniz.

Ortak olan ve olmayan noktaları saptamanın biricik yolu budur.

Biliyorsunuz, Sokrates kendisini öldürecek zehir hazırlanırken bir flüt parçasını öğrenmeye çalışıyordu. "Bunun neye yararı olacak?" diyenlere şu yanıtı vermişti: "Ölmeden önce öğrenmeme".

Belki siz de, görüşmediğiniz insanlardan bir şeyler öğrenebilir, bir çıkış yolu bulabilirsiniz.

Ama görüşmemekle, yüzleşmemekle bu yararlara kapıyı kapatmış olacaksınız.

Yazık değil mi?

Geçmişimizde, her tür görüş ve inançtaki insanlarla diyalog kurarak toplum dinamizmini gerçekleştiren ve kurtuluş savaşını kazanan bir Atatürk örneği varken, niçin Türkiye birbirini görmeyen ve dinlemeyen körlerin ve sağırların akıl tutulmasına kilitlensin?
Unutmayalım. Demokrasi; sivil toplum ve çoğulculuk bağlamında, uygarca bir arada yaşama sanatıdır, becerisidir.

Bunların çoğu, çevirdiğiniz Sartori'nin yapıtında da var zaten.

Sayın Baykal,

Kabul edelim ki, bellek ve okuma açılarından Türk toplumu henüz yazı toplumu evresinde değil. Söz toplumu evresinde. Belleği zayıf. Söz toplumlarında büyük devrimcileri bekleyen bir tehlike vardır: Sanallaşmak/düşselleşmek.

Atatürk'ün sanallaşmasını, düşselleşmesini önlemek, onun somut uygulamalarından ders alarak örnek olmak,  her şeyden önce kendi Partisine düşer.

Özetlemek gerekirse, kim ve hangi görüş ve inançta olursa olsun, en uçtakiler bile, yan yana gelmeli, konuşmalı, birbirini dinlemeli, önyargısız tartışmalılar. Buluşanları seyredenler, birbirlerini satılmış birer hain ya da düşman gibi görme saçmalığından vazgeçmeli; dünyayı ve yaşamı karşıt ideolojilerden değerlendirenler, birbirlerinin gözlerine bakarak kardeşçe konuşmayı, barış içinde tartışmayı başarmalılar.

Mehmet Akif'le Tevfik Fikret'i, Nazım Hikmet'le Necip Fazıl'ı yan yana tartıştıramayan bir toplumda, yalnızca ak/kara karşıtlığına indirgeme ve kavga vardır. Üreten akıl, gri alan ve barış yoktur. Böyle bir toplum, ortak değerleri, bireşimleri yakalayamaz. Ötekilerle berikiler atomlaşır, "biz" olamazlar. Klişelere, kalıplara, sloganlara tutsak kıldıkları gerçeklerle, "kahrolsun" çığlıklarıyla kendisini tüketir, ilerleyemez, böyle bir toplum.

Şu anda Türkiye'nin en önemli sorunu; geçmişinde karmaşık bir soy kütüğü ve kökeninde "insanın kendi kalabilme hakkı" bulunan, vaktiyle sözcük başına beş kuruşluk cezalar, dil yasakları gibi yanlışlarla beslenip canavarlaştırılan sorundur.

2000'de bir konuşma yapmak için Diyarbakır'a gittiğimde sorunun çapını anlamıştım. Üç büyük salonda beni dinleyen insanların gözlerinde, özgürce kendi kalabilme haklarının ve umudun yanıp sönen kıvılcımlarını gördüm.

Haklıydılar.

Eğer sorumlu bir siyasetçi olsaydım, bu yanlışlardan dolayı halkımın önünde göğsümü gere gere devletim adına özür dilerdim.

Birilerine yaltaklanmak için değil, çözümü kışkırtmak ve devletimin gücünü ve büyüklüğünü ele güne kanıtlamak için.

2006'da Barış Toplantısında hep Türkçe yazan, Türkçenin yaşayan en Büyük Ustası Yaşar Kemal'le yirmi sekiz yıl sonra buluştuk, özlemle söyleştik. Konu yine aynıydı: İnsanın kendi kalabilme hakkı. Bu büyük hak.

Haklıydık.

Büyük Usta zaten sürekli konuşuyor, çiçeklerin çeşitleri çoğaldıkça zenginleşeceğimizi vurguluyor. "Çiçeklere kıymayın!" diye haykırıp duruyor.

Haklı.

Şimdi hem tam demokrasi zamanı, hem de kırılanları onarma, ezilenlerin gönlünü alma zamanı, Sayın Baykal. 

Ortam elverişli. Kimilerinin bu ortamı görmezlikten geldiği günlerde Türkiye; içleri alev alev yanan acılı anaların, şehitlerin anaları Nihanlar ve Akgüller ile dağda ölenlerin anaları Hayriyeler ve Sakinelerin kucaklaşmalarına, barışın simgesi ak başörtülerini takas edişlerine tanık oluyordu.

Bu fırsat kaçırılmamalı.

Doğan çözüm umudu engellenmemeli.

Beklentiler karabasana dönüştürülmemeli.

Saygılar, sevgiler değerli yaşıtım.


Kaynak: Star