Canı sıkılan kadınlar, çekirdek ailenin çarpıcı gerçeği. Üretim alanı daraltılan çekirdek aile modeli içinde görece bir özgürlük kazanmış gibi olsa da, annelik sorumluluklarının zor dönemlerini geride bıraktıktan sonra özellikle, evin kadınında bir ne yapacağını bilememe sıkıntısı çıkıyor ortaya. Geçen haftaki yazımda bu hafta, Tahran'da yıllar sonra 'Azadi sineması' ismiyle yeniden film gösterimine açılan ünlü Şehr-i Frenk sinemasının küçük bir salonunda seyrettiğim İranlı yönetmen Rıza Mirkerimi'nin "Bu Kadar Sade İşte" (2008) isimli filmi üzerine bir değerlendirmede bulunacağımı yazmıştım. Film, çekirdek aile kurumu içinde yalnızlaşan kadının hiç hazırlıklı olmadığı bir dünyada kendine bir yer edinme çabasını ve bu çabanın yol açtığı ikircikli duyguları ve davranışları konu alıyor.

Filmin ev kadını kahramanı Tahire, taşra kökenlidir, Azeri asıllıdır konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla ve kocasının işi nedeniyle yaşamak zorunda kaldığı Tahran'da kendini yabancı hissetmektedir. İş yerinde tutunmaya çalışan mimar eşi, genellikle geç saatlerde dönüyordur eve. Yalnızlık duygusunun kuruntularından kurtulmak için Tahire resim kurslarına, şiir yazmayı öğreten kurslara devam etmeye başlamıştır. Aslında şiir yazmaya eğilimlidir de. Ev işlerini yaparken ara ara aklına düşen mısralar için kağıda kaleme koşmaktadır. Yeteneklidir, sesi güzeldir, kendisine memleketini hatırlatan türküler mırıldanarak bulaşıkları makineye yerleştirmektedir mutfakta. Sanki Tahire aklı sürekli geride bıraktığı şehrinde, akrabalarında takılı bulunan, bu nedenle de eşinin işi nedeniyle taşındığı Tahran'da yeni ilişkiler kurmakta zorluk çeken bir kadındır. Arada sırada telefonda konuştuğu, işi gereği Tahran'a gelip giden şöför ağabeyisinin sesi, doğduğu şehirle ve akrabalarıyla iletişimini sağlayan bir temiz hava kanalı gibidir. İçini dökmekten hoşlanan, bildik tabirle 'dırdırcı' bir kadın değildir Tahire. O nedenle de kocası onun ne kadar yalnızlaştığını ve onu, çocuklarını yanına almadan terk etmeyi tasarlayacak kadar evlilik hayatından bezdiğini farketmez bile. Tahire istediği anda ağabeyisinin arabasıyla geri dönebilir ailesinin yaşadığı şehre; kısa süreliğine, uzun süreliğine veya temelli. Hazırlanıp bir kenara bırakılan, fakat kocasının hiç farketmediği, farketme fırsatı bulamadığı bavul bunun göstergesidir. Yeni ilişkiler kurma konusunda mütereddit davranmasının nedeni de belki bu geriye dönme saplantısıdır. Bu saplantı kuşkusuz fazlasıyla işine düşkün eşiyle aralarındaki iletişimin bir hayli sınırlı olmasından da kaynaklanıyordur. Komşularıyla ilişkiler olsa olsa düğün nişan törenlerinde ya da apartman halkının ortak kullanım alanı olan, mesela çamaşırların asıldığı damdaki karşılaşmalarda geliştirilir.

EsasındaTahire herkesle kolaylıkla iletişim kurabilen biri sayılmaz. Komşu evlerden birinde süren düğün törenine yardım amacıyla uğrar ara sıra, ama uzun süre kalamaz.

Buna eğilimli olsa, pekâla komşularıyla daha yakın ilişkiler geliştirebilir, ya da bazen butiğine uğradığı arkadaşıyla daha sık görüşebilir. Bana kalırsa onun meselesi, "bir ada sahip olabilme" konusunda yaşadığı kaygılardır. Bu "bir addan yoksun olma sıkıntısı" çağdaş insanın, özellikle de modern kadının daha ziyade geçtiğimiz yüzyılda açığa çıkan yarası olarak, etkinlik pazarlamaları yapan ya da estetik müdahaleleri bir çözüm yolu olarak görmeye zorlayan sektörlerce sürekli kurcalanmaktadır.

Niçin bir 'hiç' gibi hissetmelidir ki Tahire kendini, hem neden "bir addan" yoksun olduğunu düşünme noktasına çekilmektedir?..

İdeolojilere inancımızı yitirdik, ütopyalarımızı rafa kaldırdık, kolektif çalışmaların sağladığı dayanışma ve birlikte üretme coşkusunun, neşeli bir üretkenliğin uzağında bir etkinlik alanında sürdürüyoruz faaliyetlerimizi. Tahire'ye elinde bulunanlarla mutlu olamayacağını duyurtan kanallar, kocasının dünyasıyla arasında bir uçurum açıldığını da bildiriyorlardır. O uçurum nasıl kapatılır, eve geç gelen adam nasıl daha erken gelebilir, bunu ondan beklemek gerekir mi bakalım, bu sorulara cevap aradığını gösteren bir kadın değildir Tahire. Tedirgindir genellikle ve her an bir yere gidecekmiş gibi eğretidir oturuşları, sohbetleri... Belki bir kova burcu kadınıdır da ancak taşma noktasına ulaşıncaya kadar kabullenmektedir, kendisine yönelik beklentileri. Yüzünde çoğalan tüylerin varlığını asansörde karşılaştığı yeni komşusunun hatırlatması üzerine farkedebilecek kadar uzaktır, nasıl göründüğüne ilişkin kaygıdan. Bu tutumu, yeni tanıştığı komşusuna göre, ailesinin selameti açısından hiç de akıllıca değildir. Kocasıyla aralarındaki mesafenin açılmasını engelleyebilecek bir çözüm yolu olabilirmiş gibi rimelle güzelleştirmeye çalışır gözlerini. Kocasının eve dönüşü uzadıkça, göz yaşları siyah dereler halinde yol yol akar yanaklarından.

Şehrine kaçma girişimi, ana rahmine dönüş isteği gibidir. Bu kaçış bir iyileşme dönemi olarak da görülebilirdi, fakat sağlıklı bir gidişten söz edilemez; iki çocuğunu geride bırakmaya hazırlanıyordur çünkü.

Boş durduğu yoktur bu arada; yaptığı her işi asıl yapması gereken işe aklı takılmış olarak, yine de yerli yerinde gerçekleştirdiği söylenilebilir. Günün yaşadığı öteki günlere göre bir farklılığı olmalı; bir bavul hazırlığıdır, sürüp gidiyordur aynı zamanda çünkü. Fakat bu bavul hazırlığı ve bazen uzun yol şöförü olan erkek kardeşiyle yaptığı telefon konuşmaları dışında, belirgin bir alameti yoktur yola çıkacağının. Evini terk edecek bir kadın niye kocası için doğum günü hazırlıkları yapsın... Bir doğum günü pastası alınmıştır akşama, sürpriz bir kutlama için, fakat Tahire kocasına hediye olarak bir takım elbise almak için girdiği mağazadan, kredi kartının şifresinin değiştiğini öğrenerek, mahcubiyetle ayrılmak zorunda kalır. Bu arada cep telefonundan aradığında telefonunu bir kadın açmışsa, kocasının onu ofisteki iş arkadaşıyla aldattığını mı düşünmeliyiz... Kısa sürer bu kuşku. İş arkadaşı, eşi masasında yokken çalan telefonu açmış olmalıdır. Her şeye rağmen bu telefon konuşmasının Tahire üzerinde memleketine gitme kararını doğrulayan bir etkisi olmuş gibidir Yine de kocasıyla son bir konuşma yapmadan yola çıkmayı istemez. Geç saatlerde, çocuklar yattıktan sonra eve gelir kocası. Fakat bu nedenle onu suçlayabileceği bir ifadesi yoktur. Bürodaki işlerin zorluklarına değinir. Büyük şehirde tutunmak için çok çalışması gerekiyordur işte. Bu arada kredi kartının şifresini değiştirdiğini söyler. Güvenlik açısından bunu sık sık yapıyordur ya...

Tahire'nin huzursuzluğu daha ziyade mimar kocasıyla şehirde kurmaya çalıştığı yeni hayatta kendine uygun bir konum edinememekten kaynaklanıyordur, bu açık. Bir ev kadını olarak evde yapması gereken işler ve iki çocuğuyla ilgili sorumlulukları hiç de az vakit almadığı halde, onu can sıkıntısından kurtaracak, bir ad bir sıfat kazandıracak adreslerin peşindedir. Yöneticilerinin, yetenekli olduğuna, çalışmaya devam ettiği takdirde özgün bir şeyler üretebileceğine onu inandırdığı şiir kurslarına resim kurslarına düzenli olarak devam edemiyordur yine de. Hayatta var oluş nedenini annelik ve ev kadınlığıyla sınırlı göremese de, varlığını içini rahatlatacak bir zemine taşıyacak farklı uzun bir adım atamıyor işte. Belli ki böyle bir adımı atmasını mümkün kılacak heves ve inançtan yoksundur.

Tahire geleneksel bir kadın kişiliğe sahip bir kişilik olarak tasarlanmış bir kişiliktir filmin senaristi ve yönetmeni tarafından, giyim kuşamı ve ev hayatına bakarak bu yargıya varmak mümkün. Yola çıkmadan önce kocasına doğum günü sürprizi hazırlamaya, hediye olarak da bir takım elbise satın almaya çalışan bir kadın nasıl İbsen'in Nora'sı olabilir ki... Ve nasıl oluyor da çözüme kavuşturulması gereken pek çok konu, sürpriz bir doğum günü partisi ile birlikte evden kaçışın gününe denk düşüyor.... Filmin senaristi ve yönetmeni bu tür sorular karşısında bize ikna edici bir neden gösterme kaygısını duymuyor ve röportajlarında da bunu dile getiriyorlar. Sadece filmin kahramanı kadının mutsuz ve gergin olduğunu anlamaya zorluyorlar bizi. Bu kadar zorlama sıkıyor seyirciyi zaman zaman. Hem, nasıl bir "geleneksel" kadındır ki Tahire, okullu iki çocuğunu işten başka bir şeyi gözü görmeyen kocasına bırakarak ailesinin yanına gitmeyi göze alabiliyor... Tanımların, tasniflerin ötesine geçiyoruz bu soruyu sorarken...

Tahire'nin asıl sıkıntısı yalnızlık olabilir, gibi görünüyor. Yaşadığı şehirde doğru dürüst içini açabileceği tek bir arkadaşı yoktur. Bir butikte çalışan frapan giyimli arkadaşıyla dertleşme girişimleri, kötü bir duyguyla sonuçlanıyordur hep: Dünyaları olabildiğince farklıdır. İkide birde bir mollayı telefonla aramakta, fakat ulaşamamaktadır. Evini iç rahatlığıyla terkedebilmek için bir din adamının fetvasına ihtiyaç duyuyor olmalıdır. Belki de bütün istediği, görüşüne baş vuracağı molladan, onu evini terk etmekten alıkoyacak cümleler duyabilmektir.

Televizyondaki kadın programlarında birdenbire başını alıp giden, kayıplara karışan ve kabaca tasniflere göre 'geleneksel' olarak nitelendirilebilecek kadın örnekleri o kadar çok ki... Tahire kişiliğini inandırıcı bulmakta zorlanışımızın nedenidir bu: Dalgınlığına, ikircimli tavırlarına karşılık hiç de sorumluluklarını savsaklayan bir anne ve ev kadını değildir o.

Geleneksel kadını bir yazımda, erkeğini elinde tutmak için "kırk türlü maskeyle kendini görünmez kılan bir sinderella" olarak tarif etmiştim. Tahire örneğinde bu tarif geçerliliğini yitiriyor. Fazla dobra dobra bir kadın o. Hiç konuşkan değil; fakat beden diliyle, mimikleriyle anlatıyor düşüncelerini. Beden dilinin telâşesi ve sürati nedeniyle de çoğu kez yerli yerinde anlayamıyoruz, anlatmak istediklerini (ya da anlatmaktan kaçındığı düşüncelerini.) Depresyona yatkın bir ruh hali içinde olsa da enerjik olduğu söylenebilir. Evin içinde kurulmuş bir makine gibi çalışıyor. Yemek hazırlığına girişmişken aniden aklına esiyor, alış-veriş için çarşının ya da aklına takılan bir pürüzü çözümlemek üzere devam ettiği şiir kursunun yolunu tutuyor.

Üretememe, eskisi kadar üretememe, ürettiğinin değerinin bilinememesi, üretilenin kamusal bir takdir görmemesi nedeniyle değersizleşmesi, kadın olsun erkek olsun günümüz insanının en büyük problemlerinden biri olarak görünüyor.

"Dünya yok", diye yazıyor, Alain Badiou. "Bunun nedeni de basit: Gezegeninde yaşayanların çoğunluğunun bir addan, basit bir addan bile yoksun olmaları."

Çalışan, üreten bir kadın Tahire; neredeyse hiç boş kalmadığına, hatta yeni bir işe başlamak için elindeki işi yarım bıraktığına seyirci olarak sıklıkla tanık oluyoruz. Bununla birlikte, sırf kamusal onay almak için herhangi bir etkinliğe yoğunlaşma konusunda yeteri kadar istekli ve iradeli görünmez. İşlerini kısmen yarım-yamalak yapması da bu yüzden belki. Toplumun ve kültürün onayladığı üretimle, kendi değer yargıları arasında bir çatışma yaşanıyordur. Kimi komşularını imrendiren bir evliliği vardır zahirde, yine de mutfakta çalıştığı sırada Sarı Gelin türküsünün Azeri versiyonunu mırıldanırken "Ben de bir gün görebilseydim" şeklindeki mısraya vurguda bulunduğu dikkatlerden kaçmaz..

Burada, Kristeva metinlerinde sıklıkla karşımıza çıkan, gündelik hayatın sürdürülmesinde zorunlu kalınan işlerin tasnifinde yapılan temizlik-kirlilik ayrımını hatırlamadan edemiyoruz. Toplumun ve kültürün bakışıyla ev kadınının yaptığı iş, ne kadar değerli olursa olsun, yardımcı kadınların alanına giren kirli işler sayılıyorlar. Bu durumda temiz/kirli ikiliği bir kimlik ve bir farklılık arayışını temsil edebiliyor.

Bu ayrımın bir evin içinde nedeni olabileceği ruh uçurumları üzerine düşünürken de, (Selam üzerine olsun) Hazret-i Muhammed'in, kadınların alanında sayıldığı için değersiz görülen kimi işleri bizzat kendi elleriyle gerçekleştirmesinin, bize görünenden daha derin anlamları olabileceği geliyor akla...