Dini sembollerin istismarı, ülkemizde Kemalistlerin her halde en fazla mesele olarak gördükleri, mesele haline getirdikleri bir başlıktır. Dini sembollerin kamusal alanda görünüşünün irticanın tırmanmasıyla ilişkilendirilmesi, askeri darbelere gerekçe bile sayılmıştır. Günümüzde ise sembol istismarı bağlamında yeni bir dönemi adımlıyoruz. Artık semboller daha belirgin olarak kirli kazanç alanlarına dokunulmazlık kazandırmak üzere bir abartıyla kullanılıyor. Önceki sene Mersin'de bir binanın çatısı üzerine kurulu baz istasyonunun yıllarca büyük Atatürk fotoğraflarıyla örtülmüş olarak faaliyet gösterdiğini, bir fırtına açığa çıkarmıştı. Fırtına kopmasaydı,  devasa boyuttaki iki resim belki yıllarca baz istasyonunun üzerini kapatmaya devam edecekti.

Derin kurguların gerçek olanı görünmez kıldığı iklimlerde kimi istismar ve dümenlerin açığa çıkması için tabii afetlerin gerçekleşmesi ve rastlantılarla ele geçen bulguların emin ellere intikali gerekiyor. Ergenekon da benzeri kaza eseri bulgularla gün yüzüne çıkmadı mı? 

Çarpık ve yavan tiynette olanın, hatta cani ruhlu ve eli kanlı olanın bile kutsallaştırılan sembollerle dokunulmaz kılınmasına alıştırılmak istenen bir ülke, Türkiye.  

Bir zihniyet var ki her dönemin geçerli sembolleri üzerinden korumaya çalışıyor nüfuzunu.  Bir rozetin yerini başka bir rozet alıyor. Bir fotoğraf gidiyor, diğeri gelir yerleşiyor aynı çerçeveye. İranlı arkadaşım Şebnem, bir akrabasından söz ediyor:  Şahlık döneminde Rıza Pehlevi'nin fotoğrafını mağazasındaki masanın üzerine bulunduran bu akraba, devrim olur olmaz fotoğrafı indiriyor ve yerine Ayetullah Humeyni'nin fotoğrafını koyuyor. Şahçı tüccar birkaç gün içinde oluyor Humeynici. 

Çehov'un dindar karısının hayırhahlığıyla vicdanını rahatlatan hilekar tüccarı her dönemin adamı aslında. Dinsel veya ideolojik semboller zaman zaman hiç de masum sayılmayacak emellerin üzerine bir perde gibi çekiliyor.  

İşbitirici gazeteci eski solcu kimliğinin ve öğrenci odasının Che fotoğrafıyla süslü duvarlarının hatıralarını öne sürerek entelektüel saygınlığını ayakta tutmaya çalışıyor.

Ablamın Küçükyalı'daki evinin bulunduğu caddenin bir tarafı barakalarla kaplı bir hurdalık. Bazen kasası boş havagazı  tüpleriyle dolu bir kamyon yanaşıyor buraya, yükünü indiriyor. Sokak aralarında el arabalarıyla çöp kutularından malzeme dermeye çalışan çöp işçileri de nihayet bu hurdalığa geliyor. Orada bir kaç tavuk, kenarda havlayan bir köpek, öteki köşede üç mevsim yeşil bir bostan... Bir hurda çiftliği bu, uzaktan bakarken siteler ve çevre yolları arasında bir vaha gibi, fakat içine girildiğinde ikinci bir ayıklamadan geçirilmemiş hurda yığınları sarıyor etrafınızı. Çevre yolu düzenlemesi hurdalığın bulunduğu arazinin kenarına dayanmış, daha ileri gidemiyor. Hurda yığınlarının tepesinde ise al bayrak bütün ihtişamıyla dalgalanıyor. Belki yakından baktığımızda bayrağın altındaki hurdalık-büroda Atatürk fotoğraflarıyla da karşılaşacağız.

Daha önce görmemiş değilim Atatürk fotoğrafları koleksiyonlarıyla dokunulmazlık kazandırılmak istenen benzeri işgal edilmiş  kıymetli alanlara. Sembollerle donatılması, soyut bir tapu kazandırıyor el konulan araziye.

Anlattığım gibi, hiç ücra bir yer sayılmaz bu hurdalık. Gecenin geç  saatlerine kadar kamyonlardan indirilen kamyonlara yükletilen havagazı  tüplerinin sesleri yankılanıyor mahallede. Çöp toplayan delikanlılar tekerlekli arabalarıyla gelip gidiyorlar.

(Kirli bir düzenin masum aktörleri olarak gördüğüm bu delikanlılara, Baudelaire'in "modern şehrin kahramanları" olarak isimlendirdiği hurda toplayıcılarına hayranım aslında. Adımlarını başka bir aleme doğru atıyormuş gibi, kendi uzaylarını yanlarında taşıyarak ilerliyorlar sokaklarda ve şehri tüketim kirliliğinin kalıntılarından arındırmaya çalışıyorlar.  Hurdalığın sahipleri tarafından da emekleri muhakkak ki sömürülüyor.)  

Her türlü işe yarar görünümlü çöpün elden geçirildiği hurdalık, mahalle için bir mikrop yuvası. "Sivil öfke" olarak ablam, defalarca arıyor belediyeyi ve yetkililerden, "O hurdalık hâlâ duruyor mu orada?" şeklinde bir soru işitiyor. Halledilecek elbet, gereği neyse yapılacak en kısa zamanda, sözler veriliyor, ama bir yerde tıkanıyor teşebbüsler.

Bunları  yazmamın nedeni, bir baz istasyonu için yine Küçükyalı'da bir ara cadde üzerindeki   caminin seçilmesi. Baz istasyonu açıkça görülmüyor, bir takım desteklerle, örtülerle gözlerden gizletilmeye çalışılıyor. Caminin alt katının sağlık ocağı olmasında ise dehşetli bir ironu var. Baz istasyonlarının mahallelere rastgele yerleştirilmesinin kanser vakalarının tırmanmasında etkili olduğu inancı giderek güçleniyor çünkü.

Bu istasyonların kuruldukları alanlar bir yerlerden izin alınarak seçiliyor olmalı. Fakat baz istasyonlarının kurucuları, varlıklarını o kadar tabii görmüyor, bir şeylerle gizleme yolunu tutuyorlar. Bazen bir Atatürk resmi oluyor örtü, bazen de bir caminin etrafına yaydığı kutsal hava.

Minarenin, gölgesindeki baz istasyonunu görünmez kılacağı, iyimser bir yaklaşımla da yayılan elektromanyetik radyasyonu etkisiz hale getireceği umulsa da artış gösteren kanser vakaları kaçak istasyonu açığa çıkartıyor. Ezan seslerinin kudsiyetiyle perdelenmeye çalışan kara kazanç, kanserli hücreleri çoğaltarak dolaşıyor mahalle aralarında.