Başörtülü kadınların mecliste varolmasına dönük insiyatif etkinlikleri üzerine seçim öncesinde iktidar partisi ve yazarlardan yükselen tepki ve eleştiriler özlü olarak, 'hiç sırası değil, şimdi ortamı germeyelim' şeklindeki bir açıklamayla izah ediliyor. Ortamı germeme kaygısının ifade yolları, bir kez daha başörtülü kadınların varlığının paranteze alınmasıyla bir demokrasi oyununun sürdürülmesi tasarrufunun da onayı anlamına geliyor. AKP'yi hükümet kurmaya götüren süreç, ortamı germemeye dönük politikalara rağmen hakikatle bağını koruma çabasıyla ilerlemişti oysa. Başörtüsüyle ilgili direnişin seyri ortamı germemeye dönük tutucu konformist tepkiye bırakılsaydı, açık ki bugün hükümet çevrelerinde eşler yoluyla dahi başörtüsünün varlığı olanaksız olurdu.

Peki başörtülü kadınlar bu sembolik varoluşun kendi içinde tekrarlanırken inandırıcılık etkisini yitiren tesellisiyle yetinerek seslerini kıssınlar mı, haksızlık karşısında susmayı şeytana yakıştıran dini anlayışlarına karşılık... ( Nitekim inisiyatifin sesi haklılığı oranında partiler sathında duyulmadı denilebilir. )

Sessizliğin de bir dili var tabii, bunu herkes bilir, bazen sessizlik en iyi cevaptır, ama bazen de şerik olunan yanlışı "ikrardan" sayılır.

Başörtülü kadınların güncel soruları da sükutuna biçilen ikrarın yorduğu bir mazi bilinmeden doğru anlaşılmaz. Don Kişot tiplemelerinden Zoraida, sessizliğinin sebep olduğu muğlak kimliğiyle oryantalist yaklaşımlarda çoğaltılan bir ikrar, bir kof itaat mizacı anlayışı mirası bırakmıştır Müslüman kadınlara, üstelik İspanyol bir yazarın kalemiyle. Kasten susturulmuş bir kadın, rızası önemsenmeyen bir tabi; ne yetersiz ne de ilgisiz bir kişiliği olan Zoraida'nın sessizliğini böyle anlamak gerekir. Cervantes'in eserindeki Hristiyan-Müslüman ikiliğindeki katılaşma ise asırlar birbirini izlerken yerini başka türlü ikiliklere bırakmaya başlayacaktır.

Fatmanur Altun Zaman'daki yazısında soruyor: „Başörtülünün kendi sesi olur mu?" Bu konuda bizi şüpheye düşürten her şeyden önce yazarlarımızın, düşünürlerimizin bir şeyleri koruma adına monologa dayalı görüş bildirme geleneğidir. Yeri geldiğinde ilkeler adına AKP hükümetini eleştirmekten kaçınmayan kimi kalemlerin başörtülü aday adaylarının AKP'nin seçimlerdeki başarısına olumsuz etkileri olacağı şeklindeki endişeleri, iktidarın koruma sürecinde türlü isimlerle, sıfatlarla ve paranteze almalarla tanınmaz kılınan başlangıç ilkelerine başvuruda bir kayıp yaşandığının ifadesi oluyor.

Bu ilkeler nelerdir? Özlü olarak hakkaniyettir, mülkün temelinde adaleti aramaktır, mazlumun sesini duymaya tanınan önceliği hatırdan çıkartmamaktır, güç kazanımını başlı başına bir amaç olarak yücelten anlayışa mesafe koymaktır, haksız kazanç kanallarıyla ve ayrımcılığı sürdüren söylem ve yapılarla mücadele azmidir.

Sahiden de yazıda dile gelmekte zorlanan meramı şifahi anlatılar bağlamında yakalamanın bir yolu, sesi bastırılırken varlıkları ikincilleştirilen kesimlere geçit vermeyen kapıların mantığını sorgulamayı sürdürmek. Önceki sene "Golgatha'ya Tırmanmak, Daima" başlığını taşıyan bir yazı yazmış ve bu yazıda Türkiye'de başörtülü kadınların meselelerinin siyasal bağlamda nasıl da paranteze alındığını anlatmıştım. Çözümsüz bırakılmak istenen problemler veya açıklık kazandırılması gereken olgular sıkı sıkıya paranteze alındığında işlerinin kolaylaşacağını umuyor iktidar, oysa her yeni parantez, açan kesimler açısından da bugünden başlayarak geleceğe doğru çoğalan bir güç kaybı anlamına geliyor.

Paranteze alma aynı zamanda hiyerarşi dışı hareketleri hiyerarşi kapsamına çekme yolunda da yeğlenen nazik bir strateji. İktidar alanının her şeye rağmen olduğu gibi korunmasının bir amaca dönüşmesi birilerinin dilsizleşmesi ve güçten düşmesini gerektiriyor.

İnsanlar parantezlerine alışırlar üstelik, parantezlerin beton kabuklarına değerli bir muhafazaymış gibi yaklaşmayı bile öğrenirler. Buluşan Kadınlar'ın seçim insiyatifi bu açıdan bir alışma ve alıştırma iştiyakına karşı da önemsenmeliydi. Sorunun salt "başörtülü milletvekili"ni amaçlamadığı da bana aşikâr görünüyor. Meclis seslenme alanlarından bir yer, ancak her türlü sese, bazen en gerekli seslenmelere dahi açık bir alan sayılmaz Türkiye'de, pek çok ülkede de olduğu üzere. Yine de başörtülü kadınlara dönük ayrımcı muamelelerin ifadesi açısından meclis kapılarının geçilmezliğini tartışmak, yadsınamaz bir öneme haiz. Tartışmanın sadece başörtülü kadınlarla sınırlı olmadığını söylemek bile fazla.

Altun'un yazısında anlattığı gibi, seslenmeyi sürdürmezseniz, bir diliniz olduğunu bile unutma noktasına gelirsiniz. ''Bir sese sahip olmak'', gazetelerde yazmaya başlamadan çok önce üzerinde düşünmeye ihtiyaç duyduğum bir konu. Bunun başlıca sebebi belki de çevremde konuşurken bir düşünce iletmekten uzak kalan, suskunlukta bir varoluş meziyeti ummaya çalışan kadınların baskın varlığıdır. Sözünü ettiğim öncelikle menkıbelerin yücelttiği sesinin tonunu namahremden gizleme çabası içindeki kadın değil. Ödünç alınmış düşüncelerin aktarımıyla yetinmesi beklenen tüketim moderni, tefekkür yoksulu ve ne yazık ki oy haznesi gibi görülen kadınlar (ve erkekler de) an geliyor susma ve konuşma zamanlarını karıştırıyorlar, sahiciliği kuşkulu varoluşlar adına.

Başörtülü kadınları farklı kılan ise, başlarındaki örtünün ''takva, rıza ve tevazu" kavramlarıyla ilişkisi...

Eş, sevgili, evlat veya kardeş değil,''dost" ve ''veli" olmak ne demektir... Hiç bir dünya görüşü ve ideoloji kadınla erkeği İslamiyet'in tanımladığı şekilde birbirine dost ve veli olarak tanımlamamışken, kimi mümin yazarlar mümin kadınların dost ve veli olma niteliklerini iktidar alanı eşiklerinde hatırdan çıkartmayı yeğliyor. Daima temsil edilebilir bir konumda bulunması beklenen başörtülüler, o eşiklerde fazlasıyla itilip kakılmamış gibi...

Başörtülü kadınların siyasal konjonktür öne sürülerek bir paranteze tıkılmaya zorlanması, söylemde ve pratikte adaletsizlikleri çoğaltan tek yanlı açıklamaların (ya da tiradın) sürüp gitmesi demek. Müslümanların sabrına fazlasıyla güvenen AKP'nin başörtülü aday adayları konusunda üç dönemdir kanıksanmış bir sessizliği koruma anlamın gelen ifadeleri, bu açıdan da tarihte yerini bulacak. Kelamı yücelten bir dinin mensupları, bir türlü sahip olduklarına emin olamadıkları iktidarı bir kesimin sessizliği pahasına elde etmeyi umuyorlar sanki. Bu durumda 28 Şubat zihniyeti bin yıl sürecek bir geleceği niye tasarlamasın ki...