Türlü ölümcül saldırıların, eylemlerin, darbelerin yıldönümleri hatırlanarak ilerliyor Eylül ayı. “Kara” renge bürünmeye zorlanıyor, yağmurlarla yıkanmaya da hazırlanırken.

Sabra Şatilla ve Burc el-Beracine  yaşanalı 29 yıl mı oldu?..  Sanki 1967 Kara Eylül’ü bilinmeden  renkleri tartışılabilir mi Eylül’ün… Yakın mazinin dehşetli sayfalarını hatırlamak bile her zaman ders çıkarmak anlamına gelmiyor hoş, düşük yoğunluklu savaşların istikrarlı gidişatına bakılırsa. 

Halihazırda samimi anlamda barış isteyenler savaş temelinde gerçekleşmiş  yapılar içinde ne ölçüde bir varlık imkânı bulurlar, doğrusu pratikten hareketle bu soruya olumlu bir cevap vermek güç. Üstelik bazen kim savaş istiyor kim barıştan yana sorusuna cevap bulmakta da zorlanıyoruz, uluslararası kurumların işleyişine ve geçerli insan hakları etiğinin alımlanış biçimine bakarak. “Bugün saldırgana barışın koruyucusu” diyorlar, diye isyanını dile getiriyordu Remarque’nin “İnsanları Seveceksin” isimli romanının kahramanı Marill.

 Zahirde savaşa herkes karşı Türkiye’de, ama sözler ve eylemler savaşı çağırıyor, geniş nüfusun barış gelsin diye  kılını kıpırdattığı yok neredeyse, işler yine statükonun hantal yapısının anlayışına terk edildi gibi bir hava var. Barış Anneleri Taksim’de toplandı, 17 Eylül’de Ankara’ya yürümeyi planladılar. Ucundan kıyısından yetişip yanlarında oturduk bir süre, Dünya Bizim’den Hacer Kor,  BSV’den Yeşim Tombaş ile. Savaş istemiyor anneler, anne adayları, kuşkusuz, sloganlarıyla şarkılarıyla bunu anlattılar. Bu konuda doğrusu kafalar karışık: BDP çözüme açık bir  tutum sergilemiyor. Örgüt de barış istemiyor bana kalırsa, savaş üzerinden oluşturduğu iktidar yapısını kolayca değiştirmeyeceği için; bu da partiye şaşkın bir görünüm kazandırıyor, çelişkileri içinde yalpalayarak yol alıyor üyeleri, gözü yaşlı anneler ne yapsın?

Sorun elbet Kürtlerin temsilciliğinin Kemalist formatta bir partinin ve barışa hiç meyyal olmayan bir örgütün kararlarına terk edilmesi. Bu konuda İslamcıların doğuş koşullarına özgü bir tür  sekterliğin yol açtığı körlükten  (ya da işleri oluruna bırakmaya sevkeden aşırı iyimserlikten) ileri gelen bir sorumluluğu var. Dolayısıyla da AKP hükümetini farklı kılan, barışın tarafında kılan adımlarda etkili olan İslamcı duyarlığın barış yönünde gösterdiği çaba, girilmiş bir vebal adına da  üstlenilmesi kaçınılmaz bir sorumluluğun temsili olmaya devam ediyor

Şu noktada başka bir ayrıntı daha var, barış adına hatırlanması gereken: Barış isteyen anneler, beyaz yemenili kadınlar çatışmalarda evladını yitiren bütün annelerin acısını dile getirmeli ki bir tutarlılığı olsun eylemlerinin. Nitekim Taksim oturmasında beyaz yemenili kadınlar, dağlarda kırlarda ölen evlatları gibi çatışmalarda can veren askerler için de barış istediler.  Bu savaş böyle sürüp gittikçe olan iki tarafın gariban çocuklarına, annelerine olacak. Bir daha 12 Eylüller yaşanmasın, diyor yanı başımda duran esmer genç kadın. Ölen askerler de dağdakiler de bizim çocuklarımız.  Rojda, “Dağlar yüksek, ulaşamıyorum” diye şarkı söylüyor.

Gözaltında kaybolanlar,  tutukluyken intihar ettiği haberiyle yitirilenler, evden çıkıp da dönmeyenler, ailenin arzusu hilafına dağ yollarına düşüp telef olanlar… Annelerin her birinin anlatacağı dehşetli bir hikaye var ve pek çok acılı anne de sesini duyurma imkânından yoksun.  Acı acıyı doğuruyor ve bu acının hasılası büyük bir metanet, olgunluk bekliyor toplumdan.  

Orta Doğu ısrarla, inançla, direnerek barışa çağırıyor çatışmaların taraflarını, bir türlü susmak bilmeyen silahlara inat. Savaşın durmasını talep eden Kürtler, partinin savaşa dayalı iktidarı karşısında aciz kalıyor, arada bir söylem üretmeye zorlanıyorlar; giderek inandırıcılığı zayıflayan bir söylem bu. Türkiye her şeye rağmen barışı güçlü bir dille talep eden bir topluma sahip, ölümlerin sona ermesini isteyenlerin sesi bu nedenle geri çekilmiyor, çatallanmıyor.  Fakat çözüm üretme konusunda umut bağlanan AKP hükümetinin söylemlerinde meydana gelen kırılmalar, bir kez daha mı başa dönüyoruz, sorusunu çıkartıyor öne. 

 Varlığını savaşın sürmesine dayayan güçler her iki tarafta da barış olmasın diye gayreti elden bırakmıyor. Güneydoğu insanına ait can yakan hikayelerin karanlık figürleri yeniden canlandırılmak isteniyor. Terörle mücadele yeniden özel harekata terk edilecek, yeni bir yapılanmayla; bu, barış yolunda güven uyandıran bir adım mıdır… 

Haber programını izlerken gördüklerim önce bir parodi gibi geldi bana, böyle bir sahnenin gerçekliğine inanmak zor: Yüzü kapalı adamlar, ellerinde silahları ve haberin sunumuna bakılırsa sırf, görünmese de gülen yüzleriyle çocuklarla oynuyorlar Güneydoğu’da bir şehirde. Barışın tesisi  için tasarlanan yeni vizyon bu mudur? O çocuklar karşılarındaki silahlı adamın yüzünün kapalı olmasını neye yoracaklar acaba? Açık yüzle görünmeye izin vermeyen silahlı durumu sempatiyle sunma mizanseni için çocuklara başvurulması hangi aklın kârı bilinmez, ama böyle bir mizanseni  –okullar açılırken- pedagojik yöntemlere hassas bir açılım kaygısıyla izah edemeyeceğimiz gün gibi açık.

Bir yerlerde yanlışlık yapılıyor, bu yüzden de ölümler sürüyor. Bana kalırsa BDP’nin seçimlerden bu yana izlediği uzlaşmaz politika, meclis çatısından uzak durma konusunda diretmesi, “silahlı çözüm”den, yani ölümlerin sürmesinden yana olanların elini güçlendirirken süreci olumsuz etkiliyor. Barış Anneleri yanında barışın tesisi yönünde öteki girişimler, mesela 21 Eylül’de İstanbul’da toplanacak olan Barış Meclisi,  savaş üzerinden iktidar arayan kesimlere karşı ortak tavır geliştirmeli.  Yeni bir başlangıcın  ayı olarak hatırlansın Eylül barış yolunda, darbelerin, kara baskınların yıldönümleri olmaktan önce…