Bir yıl önce bu hafta küçük bir çocuğun cansız bedeni Bodrum açıklarında kıyıya vurdu ve Suriye ile Irak'taki kargaşadan kaynaklanan mülteci krizinin sembolü olmuştu. Aylan Kurdi'nin fotoğrafları yalnızca savaştan muztarip bölgelerde vaziyetin ne kadar umutsuz olduğunu göstermekle kalmadı, aynı zamanda nispeten huzurlu ve müreffeh Avrupa'nın ikna edici ve sağlam bir reaksiyon göstermede başarısız olduğunu da gösterdi.

Aslında Aylan Kurdi'nin ölümü İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıl dönümüyle de çakışmış oldu. The Independent'ın, İngiliz hükümetine mülteciler konusunda üzerine düşeni yapma çağrısında bulunan 2 Eylül tarihli editoryali, Avrupa ülkelerinin birlikte çalışma zamanının geldiğine ve İkinci Dünya Savaşı'nın karanlık günlerinden beri Kıta'nın ne kadar aşama kaydettiğini göstermek gerektiğine dikkati çekmişti.

On iki ay sonra, Suriye'de ve etrafındaki muhtelif çekişmelerin bir nihayete yakın olup olmadığı tartışmaya açık. IŞİD Irak'taki sahasını yeniden zuhur eden hükümet güçlerine kaybetmiş olabilir. İlaveten örgüt, Suriye'de de köşeye sıkıştırıldı. Fakat başka bir yerde, Suudi ve Katarlı hamileri tarafından yeniden teçhiz edildiği söylenen Suriyeli muhalifler tekrar harekete geçmeleriyle Esad'ın komutanlarını şaşırtıp harap Halep'te bir kez daha şedit bir savaşa giriştiler. Ve Türkiye'nin de görünürde IŞİD'le savaşmak fakat aslında Kürt kuvvetlerini geri püskürtmek için askerlerini Kuzey Suriye'ye asker gönderme kararı durumu daha da girift hale getiriyor. Rusya ve Amerika'nın da fazlaca ekin biçme beklentisi olan bu senaryoda Suriye sorunu Vietnam'dan sonraki en mühim vekalet savaşı oldu. Acı çekenlerse siviller.

Avrupa'ya gelince, yetersiz yardım amaç birliğine gidildiği görülüyor. Ülkeler farklı yaklaşımları tercih ettiler: Almanya yeni iltica müracaatları almaya devam ederken, diğer sınırlar, bilhassa Balkanlar'da, sıkıca kapatıldı ve öylece kapalı kalmaya da devam ediyor. Avrupa Birliği'nin Mart ayında mali yardımlar ve diğer çeşitli taahhütler karşılığında Ankara ile vardığı ve Yunanistan'a giren başıbozuk göçmenlerin Türkiye'ye geri kabulünü öngören anlaşma kontrolsüz göçü bir nebze azalttı. Buna rağmen Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği 2016 yılında Avrupa'ya doğudan çeyrek milyon insanın giriş yapacağı tahmininde bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı başarısız olan darbeden sonra Türk hükümetinin gittikçe despot hale gelmesiyle birlikte AB, mülteci krizi için bulduğu çözümün daha ziyade şeytanla yaptığı bir anlaşma olup olmadığını sorgular hale gelebilir.

Burada, Britanya'da ise kendimizi AB'den çıkış yolunda bulduk. Haziran'daki referandum AB'nin bürokratik bir baş belası olup olmadığı ve sınırlarla ilgili hissî korkular, "İngiliz" kültürünün sözde zayıflaması ve merhametin bir ada olabileceği türünden gibi konuları daha az ilgi konusu yaptı. Nigel Farage'ın "Breaking Point" afişi ziyadesiyle eleştirilmiş olabilir ancak birçok insanın bam teline dokundu. Eğer başka bir Avrupa ülkesi AB'den ayrılmayı seçseydi bunu nasyonalizmin bir zaferi olarak yorumlardık. Aynısı sırf burada, Britanya'da oldu diye tersi yönde bir sonuca varmayalım. Geçen hafta Camber Kumsalı'nda beş Londralı boğulduğunda medyada çıkan ilk sorulardan biri boğulanların illegal göçmenler olup olmadığıydı. Hiç şüphesiz bu, göçmen işgaline dair yaşadığımız mantıksız korkuların ne raddeye vardığını göstermiş oluyor.

İnsanoğlunun daha temel politik ve sosyal insiyaklarından birisine dönüş yapması kuşkusuz ki dünyada olan bitenlerin - finansal çöküş, İslami radikalizm, mülteci krizi - ve belki de globalleşmeye karşı itirazın bir sonucudur. Ancak gittikçe alevlenen bir tartışma da bu dönüşü kolaylaştıran şeylerden bir tanesi: Sorumluluk gerektiren bir mevkide olan hemen hemen herkesin düşmanca bir eleştiri için kolay hedef olması. Merhametten bahsedenler aşağılanıyor yahut birey olarak neleri feda etmeye hazırlandıklarına dair kolaycı iddialarla karşılaşıyorlar. Uzmanlar ispatı mümkün bir gerçeğin ifade etmenin ötesine geçen her türden analizleri veya tahminleri nedeniyle alaya alınmaktalar - hatta gitgide gerçekler dahi küçümsenmekte. Başkalarını aşağılama arzusuyla tevazu artık gözden düşmüş vaziyette. Geleneksel medya ve sosyal medya da üzerlerine düşeni yaptı.

Ölen Suriyeli çocuklara ağlayanlar için bunların hiçbiri önemli değil. Halep'te, Lübnan'daki mülteci kamplarında veya Calais Jungle'da mahsur kalanlara ağlayanlar için de Batı'daki zahiri şefkat düşüşü pek bir şey ifade etmiyor. Bir sene önce, The Independent hükümete daha fazla mülteci kabul etmesi talebinde bulunan bildirisini yayınladığında birkaç gün içinde yaklaşık 400,000 insan bildiriye imza attı. Bunun üzerine devlet, iltica hakkı tanıyacağı kişilerin sayısını önümüzdeki beş yılda 20,000'e yükseltmeyi kabul etmişti. O zaman bu sayı kayda değer görünmüştü. Şimdi geriye dönüp bakınca okyanustaki bir damla gibiymiş, aynı Aylan Kurdi gibi.

Kaynak: independent.co.uk

Yazının orjinal başlığı: A year on from the death of Alan Kurdi, we’ve still not done enough to solve the refugee crisis  / 
Aylan Kurdi'nin ölümünden bir yıl sonra hala mülteci krizini çözümü için bir şey yapmış değiliz. 

Çeviren: Mustafa Doğan