I-Önceki hafta sonunda İstanbul’da katıldığım Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nda komisyonlarca hazırlanan deklarasyon, oylamaya sunulduğunda, iki nedenle red oyu kullandım: İlk olarak deklarasyonun girişinde Naipaul’un toplantıya katılmaması konusunda dile getirilen üzüntünün, parlamentoya davet edilen kimi yazarlarda yeni ırkçı söylemleri eserleriyle besleyen bir yazarı taltifin yol açtığı rahatsızlığın sebeplerini anlamaya çalışmaktan uzak bir tavrı yansıttığını düşündüm. İkinci olarak ise deklarasyonda dini meseleler ve manevi değerlerle ilgili hassasiyetleri gözeten, dolayısıyla –Mehmet Doğan’ın da üzerinde defaetle durduğu- , günümüzde Avrupa’da antisemitizmin yerini alan İslamofobi konusunda yapıcı bir söylem geliştirmeye dönük bir maddenin eksikliğini duydum. Hiç olmazsa toplantının İstanbul’da gerçekleşiyor olması, bu konunun gündeme alınması için sebepler sunabilirdi kanımca.

Bu arada ilk deklarasyon metninde yer alan, “çokkültürlülüğün yerine melezlik” kavramını öne çıkartan yaklaşım, Sema Kaygusuz gibi bana da problemli göründü. Benzeri bir problem, “Avrupa Yoktur” ifadesi için de geçerliydi.

Avrupa toplumu göçmenlik meselelerini çözümlemede yetersiz kalırken, çokkültürlülüğün yerine melezlik kavramını yerleştirmeye niye ihtiyaç duyuyor? Sanırım bunun nedeni  Avrupa’nın göçmenlerle bir arada yaşamanın icaplarına açılma yerine, kendi varlığına bir açıdan, en uygun açıdan  entegre ederek göçmeni görünmez (ve kendine de yabancı)  kılma amacı olmalı.

Melezlik kavramının hemen yanında öne sürülen “Avrupa Yoktur” şeklindeki ifade, bu nedenle dikkat çekici olduğu ölçüde, üstlenmesi gereken yükü kaldıramayacak kadar  nahif.  Orası öyle,  Avrupa bütüncül bir kavrayışla varlığı dönüştürmeyi başaramıyor. Buna ne gücü var, ne de hevesi. Oysa, göçmenlerle eşit bir söyleşiyi paylaşmayı kendine yediremeyen Avrupa, görünmez kılmaya çalıştığı göçmenin varlığındaki yamulmayla bir yokluğa kapı açıyor.

II- Her şeye rağmen “Avrupa Yoktur” şeklindeki slogan bize inandırıcı gelmiyorsa, bunun öncelikli nedenlerinden biri sloganı dillendirenlerin söylemlerinde öne çıkan Avrupa merkezli edebiyat (ve fikir özgürlüğü) vurgusu. Avrupa taşımaya istekli olmadığı sorumlulukların (ve tartışmaların)  alanından kaybolurken, her zamankinden güçlü bir şekilde belirleyici olmayı talep ediyor, “melezliğin” ifadelerinin belirsizleştirdiği kültürel sorunlar alanında.

Toplantının her şeye rağmen bir hayli öğretici ve yararlı olduğunu düşünüyorum. “Avrupa Yoktur” denilirken  ironi açıktı. Orada “Avrupa Yazarlar Parlamentosu” için toplanmıştık. Böyle bir parlamento doğası gereği- çok sesli olmalıyken, fikir özgürlüğü bağlamında Avrupa merkezli yaklaşım belirgin bir şekilde baskındı. Doğrusu ya Avrupa’da antisemitizm suçlamasıyla Roger Garaudy’yi sessizliğe zorlayan “fikir özgürlüğü” anlayışı doğal karşılanırken, Naipaul’u yeni ırkçı  söylemleri nedeniyle taltif edilmiş bir yazar olarak karşılamaktan çekilme özgürlüğü konusunda ortaya konulan kaygılı, kınama dolu yaklaşım, “özcü” Avrupa’nın orada hükümran bir ifadeyle hazır ve nazır olduğu hissini uyandırıyordu pek çok yazarda. Polonyalı yazar Graziella Tonfoni ve Türkiyeli roman yazarı Esmahan Aykol, bu konuda hemfikir olduğum yazarlardan sadece ikisi.

III- Yoğun tartışmalarla ve ilgi çekici söyleşilerle geçen toplantının ardından gazeteleri okumaya başlayınca, bu kez karşıma çıkan manşet, “Balıkçı yoktur” şeklindeydi.

“Balıkçı”, Yıldıray Oğur’un yazılarıyla gündeme gelen arabulucu kişilik de  önemli toplantıların merkezinde yer alırken “yokluğuna” yol almaktaymış meğer! 1998’de mağdur edilerek içeri atılan, aynı yıllarda  gazetelerde fotoğrafları yayınlanan, köprü altında gazetecilerle, generallerle, BDP yöneticileriyle görülen barış gönüllüsü adam sanki artık bir karton kahraman.

Perşembe günü Taraf’taki sohbetimiz sırasında Yıldıray Oğur, “Ne zaman ki Neşe Düzel’e konuştu, varlığı tartışılmaya başlandı. Seçimlere gidiliyor. Devlet Öcalan’la Başbakan Erdoğan’ı aynı fotoğrafta göstermek istemiyor. ‘Balıkçı’ hiç çıkar gözetmeden tamamen barışa kendini adadığı için güvenilen, başvurulan biri. Batmanlı bir Kürt. 18 yaşından itibaran hem devlet hem PKK tarafından hedef alındı, vuruldu. Ortada kaldı. Bu nedenle de yok”, diye anlattı, sayısız yazısıyla varlığının altını çizdiği Balıkçı’yı.
Balıkçı yoksanıyor, bütün varlığıyla “ortada” kaldığı için…

Birileri dünyayı kendi tanımlarından ibaret görmemizi istiyor. Bir şeyler var denilince var olacak, yoksanınca da yokmuş gibi yapılacak.

Salt, “yoktur  işte” demekle kaybolmuyor  mevcudiyet oysa, küçülse bile, kırılmalara uğrasa dahi; günahları kadar sevapları yüzünden de… “Balıkçı”, “ayak izlerinde adımlar”la yolunu, rolünü sürdürüyor gibi geliyor bana, varlığı didik didik edilerek dağıtılırken…

Bir tarafta da yokluğunu bildiren söylemlere karşılık bir tanım erkiyle, üst konumlar talep etme hakkını bildirmeye devam ediyor, yaşlı Avrupa.