Savunma Bakanı Robert Gates bu ay yaptığı son siyasi konuşmayı NATO ve Avrupa müttefiklerimizi fırçalamaya hasretmekle eski ve geçerli bir geleneğimizi icra etmişti: 60 yaşındaki eski ittifakımızın başladığı zamandan bu yana Avrupalıların kendilerine düşen küresel külfet paylaşımından yan çizmeleri Amerikalıları üzmektedir.

Gates  “transatlantik ittifakının kasvetli değilse de sönük bir geleceğinin olma ihtimaline” karşı uyarıda bulunurken kötümser bir havada konuştu. Ancak, görevinden ayrılmakta olan Pentagon’un başkanı yeterince kötümser değildi belki de.  Soğuk Savaşın yönetilmesinde ve kazanılmasında merkezi bir rol oynayan ABD-Avrupa ortaklığı gelecek yıllarda kaçınılmaz olarak çok daha azaltılmış bir rol oynayacaktır. Bir ölçüde, zaten o noktadayız: NATO bugün mevcut olmasaydı, her hangi bir kimse onu kurma mecburiyeti hisseder miydi? Yakışıksız kaçsa da dosdoğru cevap “hayır’dır.”

Gelecek on yıllarda Avrupa’nın kendi hudutları ötesindeki nüfuzu düpedüz sınırlı olacaktır; 21. Yüzyılın açık seçik şekillendirileceği ve de tanımlanacağı yer Avrupa değil diğer bölgelerdir.

NATO’nun gittikçe marjinalleşmesinin nedenlerinden biri de Avrupalı üyelerin davranışlarından neşet etmektedir. Problem ne Avrupalı asker sayısı (2 milyon civarındadır) ne de Avrupalıların toplu olarak savunmaya harcadığı miktardır (yılık 300 milyar dolar); askerlerin nasıl örgütlendiği ve paraların nasıl harcandığıdır. Söz konusu olan NATO olduğunda, bütün, parçalarının toplamından daha küçüktür.  Kritik kararlar halen ulusal düzeyde alınıyor; ortak savunma politikası hakkında yapılan konuşmalar sözden öteye geçmiyor. Uzmanlaşma veya eşgüdüm neredeyse yok. Uzak cephelere askeri güç göndermek için gerekli olan levazım-ikmal ve istihbarat araçlarının birçoğu da yok. İttifakın Libya’daki çabası – üzerinde yeterince düşünülmemiş müdahale, fiili harekâtlara katılımı reddetmek veya katılamamak, yoğun harekâtların sürdürülmesi önündeki bâriz zorluklar – dünyanın en güçlü askeri örgütünün neyi sonuca ulaştıramayacağını gündelik olarak hatırlatmaktadır.

Soğuk Savaşın ve Sovyet tehdidinin uzak bir anı olmasıyla birlikte orduya yeterli kamu bütçesi sağlama yönünde (ülkesine göre değişmekle beraber) çok az isteklilik var. (GSMH’nın yüzde ikisini savunmaya ayıran İngiltere ve Fransa iki istisnadır.) Yaklaşık 35.000 Avrupa askerinin bulunduğu Afganistan gibi askeri güç yoluyla müdahale istekliliğinin olduğu yerlerde bile ciddi kısıtlamalar var. Bazı yönetimler, mesela Almanya, muharebe harekâtlarına tarihi olarak sınırlı düzeyde katılmaktadır; öte yandan birçok Avrupa ulusunda kayıplara gösterilen kültürel kabul gitgide azalıyor.

Avrupalıları ve yaptıkları seçimleri suçlamak faydasız olmasının yanısıra yanlış da olacaktır. Kıtanın dünya meselelerine gitgide alâkasız kalmasına katkı sağlayan daha büyük tarihi kuvvetler mevcuttur.

İroniktir, Avrupa’nın dikkate şayan başarıları,  transatlantik bağların gelecekte daha az önemli olmasının mühim sebeplerinden biridir. Avro alanındaki mâli kriz, tarihi bir başarıyı yani geçen yarım asır içerisinde bütünleşmiş bir Avrupa inşa edildiğini gölgelememelidir. Avrupa kıtası büyük ölçüde bütündür, özgürdür ve istikrarlıdır. 20.yüzyıl jeopolitik rekabetinin ana sahası olan Avrupa yeni yüzyılda böylesi bir rolden kurtulacak – ki iyi bir şeydir bu.

Asya’yla bundan daha çarpıcı bir tezatlık içerisinde olunamazdı. Asya gitgide dünya ekonomisinin çekim merkezi oluyor; tarihi soru şu: Bu cevvaliyet barışçıl bir şekilde yönetilebilir mi? Avrupa’nın büyük güçleri – Almanya, Fransa ve İngiltere – uzlaşı içindeler ve yapılan bölgesel düzenlemeler hem geniş hem derin. Asya’ya gelince, Çin, Japonya, Hindistan, Vietnam, Kuzey ve Güney Kore, Endonezya ve diğerleri birbirlerine sakıngan nazarla bakıyorlar. Bölgesel paktlar ve düzenlemeler, hassaten de siyasi ve güvenlik düzenlemeleri, zayıf. Siyasi ve iktisâdi rekabet kaçınılmaz; askeri çatışma göz ardı edilemez. Avrupalılar bu gelişmeleri etkileme noktasında en iyi halde mûtedil bir rol oynayacaklardır.

Asya bu cevvaliyeti ve güç mücadelesiyle bazı bakımlardan 100 yıl öncesinin Avrupasına benziyorsa, bugünün Ortadoğusu birkaç asır öncesinin Avrupasını anımsatmaktadır: Çok sayıda monarşi, iç çalkantı, çözümsüz kalmış çatışmalar ve sınırları aşan ve sınırlar üzerinde çekişen uluslar. Avrupa’nın bu bölgenin seyrini etkileme kabiliyeti de son derece sınırlı olacaktır.

Avrupa ve ABD’deki siyasi ve demografik değişimler de transatlantik ittifakının önem kaybını garantileyecektir. Avrupa’da, AB projesi pek çoklarının ilgi ve dikkatini tüketmekle meşgul fakat özellikle de Güney Avrupa’da sürdürülemez mâli açıklarla yüz yüze gelenler için ülke içi iktisâdi kargaşa öncelikli bir hâl alıyor. Halk nazarında Avrupa’nın güvenlik sorunları coğrafi, siyasi ve psikolojik bakımdan ekonomik sorunlar kadar ivedi değil. Bunda şüphe yok. Biriken mâli sorunlar ve bütçe açıklarını kapatma zorunluluğu Avrupalıların kıta ötesinde askeri bakımdan yapabileceklerini sınırlayacaktır muhakkak.

Dahası, sıkı ve samimi Atlantik bağları Amerika’nın siyasi ve iktisâdi gücünün – Avrupa’ya doğru atalarının izini süren ve Avrupa’daki gelişmelere büyük ilgi duyan - Kuzeyli seçkinlerin elinde olduğu zamanlarda kurulmuştu. Bugünün Amerika Birleşik Devletleri  - Güneyin ve Batının yükselişine önem vermektedir ve köklerini Afrika’da, Latin Amerika’da veya Asya’da bulan Amerikalıların yüzdesi artmaktadır - daha farklı olmayacaktır. Sonuç itibariyle de Amerika ve Avrupa’nın tercihleri gittikçe birbirinden uzaklaşacaktır.

Son olarak, uluslararası ilişkilerin doğası da dönüşüm geçirmiştir. İster Soğuk Savaş yıllarının NATO’su olsun isterse bugünün ABD-Güney Kore ortaklığı olsun, ittifaklar ellerinden gelenin en iyisini ancak dostların ve düşmanların kolayca teşhis edildiği, potansiyel muharebe meydanlarının ortada olduğu ve beklenmedik olayların önceden sezilebildiği hayli esnek ve öngörülebilir ortamlarda yapıyor.

Bunların hiçbiri bugün için doğru değil. Tehditler çok sayıda ve dağılmış haldeler. İlişkiler durumsal; evrilen ve öngörülemez şartlara bağlı görünüyor. Ülkeler haftanın gününe bağlı olarak dost, düşman veya her ikisi olabilir (ABD ve Pakistan’a bakın). İttifaklar müşterek değerlendirmeler ve âşikar mükellefiyetler gerektirir genelde; dünya görüşleri birbirinden uzaklaştıkça ve taahhütler ihtiyari hale geldikçe iş yapmaları daha bir zorlaşıyor. Fakat Irak, Afganistan ve şimdi de Libya’daki çatışmaların hepsi de ispatlamaktadır ki yaşamakta olduğumuz dünya tam olarak budur.

ABD için netice basittir. Birincisi, Avrupa hükümetlerinin yapmakta acze düştüğü şey hakkında ne kadar söz söylenirse söylensin onları Washington’daki bazılarının yapmalarını istediği şeye yöneltmeyecektir. Değiştiler. Değiştik. Dünya değişti.

İkincisi, bir bütün olarak NATO’nun kıymet-i harbiyesi daha az olacaktır. Bunun yerine, ABD askeri güç dâhil dünyada hareket etme kabiliyetine sahip ve buna istekli Avrupa’daki bir avuç ülkeyle ikili ilişkileri muhafaza etmek veya ikili ilişkiler kurmak ihtiyacı duyacaktır.

Üçüncüsü, en büyük potansiyel meydan okumaları temsil eden bölgelerdeki müttefiklerin daha uygun ortaklar olmaları muhtemeldir. Asya’da – özellikle de ABD-Çin ilişkileri kötüleşecekse – Avustralya, Hindistan, Güney Kore, Japonya ve Vietnam; Büyük Ortadoğu’da ise Türkiye, İsrail, S. Arabistan ve diğerlerine ilave olarak yine Hindistan.

Bunların hiçbirisi NATO’nun feshedilmesi çağrısına gerekçe değildir. İttifakta, Avrupa’nın bazı kesimlerinde güvenliği sağlamaya kuvvet tahsis etmiş ve Ortadoğu’da istikrara katkıda bulunabilecek üyeler var halen. Fakat Avrupa ve transatlantik ilişkilerin Amerikan dış politikasına hâkim olduğu dönemin sona ermiş olduğu daha az doğru değildir. Amerikalılar için cevap Avrupalılara ters bakış atmak değil bunu kabul etmeleri ve kendilerini buna göre ayarlamalarıdır.

Kaynak: Washington Post

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın