Hafta içinde birkaç günlük yurtdışı seyahatinden dönerken uçakta yanımdaki koltuğa kalbinin aydınlığı yüzünde okunan bir genç oturdu. Yan koridordaki koltuktaki genç kız ise elindeki kitabı belli bir çekingenlikle hava yollarının dergisinin içine almaya çalışıyordu.
Kitabın kapağı hemen dikkatimi çekmişti. Yanımdaki gençle tanıştım; ülkesindeki özel okullardan birinden mezun olmuştu ve şu anda bir Avrupa ülkesinde uluslararası ilişkiler okuyordu. Genç kızdan kitabını rica ettim; "En-Nuru'l-Halid"in kendi ülkesinin dilindeki tercümesinin ikinci cildiydi. Genç kız, yolculuk süresince o kitabı okudu.
Yolculuk boyunca hislerime hakim olamadım. "En üstü kapkara bulutlarla kaplı dalga dalga üstüne karanlıklar içinde bir deniz"i andıran mevcut dünya ve hadiselerin dalgaları arasında "en-Nuru'l-Halid"in bütün dünyayı tutmuş şuaları kalbleri ve zihinleri aydınlatmaya devam ediyordu. Uçaktaki o iki genç, gözüme hamele-i Arş'ın mensupları gibi göründü. Nasıl toprak Allah'ın hayat arşı, su rahmet arşı ise işte bunlar da toprak ve su gibi kulluğun tevazu ve mahviyeti içinde hayat ve rahmet taşıyan hamele-i arşın iki mensubuydu. Bir başka açıdan, "en-Nûru'l-Halid"in ısı ve ışık hüzmeleri altında açmış, şebnemi henüz üzerlerinde iki kar çiçeğiydi bu iki genç. Dehrin hadiselerinin karanlığına inat ışığı, kışına inat baharı temsil ediyorlardı.
Korkudan, açlıktan; evden, aileden ve çevreden; mal, can ve kazanç eksilmesinden yana dertler, sıkıntılar mutlaka olacaktır; karşı cinse, evlâda, mala-paraya, eşyaya, mevkie, kazanca karşı beslenen tutkular, zaman zaman ellere, ayaklara vurulmuş prangalar gibi tesirini gösterecektir. Ayrıca, karanlığı ışık zannedip onun dalgaları arasında yüzme yarışı yapanlar, "bataklığı misk zannedip yüzlerine gözlerine sürenler", her zaman hem de pek çok sayıda bulunacaktır. Ne diyelim, "Allah kime ışık nasip buyurmamışsa, onun için herhangi bir ışık söz konusu olamaz ki!" Işık nasipsizleri, onun tek bir şuaından bile rahatsızlık duyup, sürekli bu rahatsızlıkla hop oturup hop kalkanlar da elbette kâinat çarkları içinde kendilerini ortaya koyacaklardır. Fakat, "Onların bütün yaptıkları, ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susuz kalan, onu su zanneder. Fakat yanına varınca da onun bir hiç olduğunu görür. Orada ancak Allah'ı bulur ve Allah da onun hesabını tastamam görüverir. Allah, pek çabuk hesap görendir." Takdir O'nundur; yaratma gibi, emir ve hüküm de O'na aittir. Ama bütün bu dertler, sıkıntılar, aslında insandaki potansiyellerin harekete geçip kabiliyet haline gelmesine hizmet eder; insanı olgunlaştırır, hayatı saflaştırır ve gerçekten yaşanır kılar. Ne de güzel der, en ulu dertler ve ızdırapları buğu buğu yaşamış olan "Büyük Çilekeş":
Bırak bîçare feryadı, belâdan kıl tevekkül. Zira feryat, belâ içinde hata, hata içinde belâdır, bil! / Belâ vereni buldunsa eğer, lütuf içinde vefa, vefa içinde safadır bil... / Madem öyle, bırak şikâyeti, şükret; çünkü bülbüller, daima gülün keyfiyle güler; onun saadetiyle mesut olur. / Yok, belâyı vereni bulmazsan, işte o zaman bütün dünya kayıp içinde yokluk, yokluk içinde cefadır bil! / (Dünya karanlıklar içinde; önde sonsuz Âhiret yurdu, yani) cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan; gel, tevekkül kıl. / Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Asıl belâ, "en-Nûru'l-Halid"in şualarının altında kalbin ve zihnin kara deliklere dönmesidir; İsm-i A'zam'a mazhariyet yolunda, hattâ buna mazhar olduktan sonra, "Allah'ın âyetlerinden, derisinin koyundan yüzülmesi gibi" önce pratikte başlayarak, neticede zihnen ve kalben "yüzülüp çıkmak" ve kokuşmuş bir bakteri yığınına dönmektir.
Böylesi düşüncelerle, şu mübarek topraklara ayak basanların, Kâbe'de tavafa başlarken Hacerü'l-Esved'in selâmlanması gibi, önce Kâbe'ye, sonra Ravza'ya, sonra Horhor'a, sonra da Küçük Tahta Kulübeciğe doğru yönelip bir selâm göndermesi gerekir duyguları içinde yolculuğuma devam ettim.