Bu yıl Suriye, Lübnan ve Filistin'i Osmanlı topraklarına katarak, Arap tarihinde Osmanlı dönemini başlatan Mercidabık savaşının 500'üncü yıldönümü. Yaklaşık bir asır önce Osmanlı döneminin çökmesine rağmen, bu döneme ait tarihi görüşler ve teviller hala içinden çıkılmaz büyük bir çelişki halinde. Belki de bu karmaşanın en belirgin unsuru, Osmanlılaştırma ve Türkleştirme kavramları arasındaki karmaşa. Bu savaşın ardından Osmanlı devletine bağlı olan Araplar arasında siyasal, milliyetçilik ve laiklik tasvirleri oluştu. Arapların görüşü ve Osmanlıcılık fikirlerine dair sınırlı istisnalar dışında büyük bir değişim yaşandı.

O dönem Arapların "nahda" dediği Arap fikri uyanışı, gerçek kalkınma eğilimleri ve kalkınma fikri mekanizmasına aykırı hatalı bir ideolojik görüşü temsil ediyor. Tıpkı İslam tarihindeki Osmanlı imparatorluğunun konumu gibi. Hıristiyan bilgin Corci Zeydan, Araplar ve Türkler arasındaki karşılıklı nefret ve kine rağmen Arapların Osmanlı hükümdarlığı boyunca sultanların hilafetine destekçi olduklarını söylüyor. Ünlü Arap alim Muhammed bin Haddad'ın çalışmalarına göre, Türkler, Kürtler, Berberiler ve Moğollar İslam medeniyetinde kendi içlerinde (küçük bir kısım hariç) Arap unsurların barındırmayan ortak bir mantığa varıyor. Türk ve Arap etnik grupların çarpışmasına rağmen, Osmanlı imparatorluğunda Arap karşıtlığı yetişmediği gibi doğulu Araplarla çarpışma da yaşanmadı. Bu bağlamda, Osmanlı imparatorluğu, İslam tarihi mantığıyla aykırı değildi. Bilakis, İslam medeniyetinin siyasi merkezinin taşınma hareketini sürdürüyordu. Bu merkez daha önce defalarca değişmişti. Osmanlı çağı, bu anlamda değerlendirildiğinde "kesinti çağı" değil, "devam ettirme çağı"dır. Ayrıca Arap projesini yabancı bir ırkın istilası da değildir, çünkü Osmanlı yönetimi, baskın İslam kültürü ile iç içe girmiştir.

Laiklik şiarı, Türklerin istiklal şiarı ile olan bağlarını ön plana çıkardı. Araplarda ise, batılı eğitim kurumlarında eğitim görmüş Hıristiyan Arap aydınların çabalarıyla laiklik şiarı ortaya atıldı. Öncülüğünü çoğunlukla Lübnanlı Hıristiyanların yaptığı bu hareket,  Butros el-Bustani, İbrahim Yazıcı, Faris Şaydak, Nakkaş, Corci Zeydan, Abdurrahman el-Kevakıbi, Necip Azuri gibi milliyetçi önderler sayesinde yayılarak özelikle Suriyeli aydınlar arasında etkili oldu. Ancak bu şiarın arka planda herhangi bir milliyetçilikle bağlı olduğu vakıa değildir. Arap milliyetçiliği ile Arap laikliği arasında doğrudan bir bağlantı yoktur. Milliyetçilik Araplarda yeni keşfedilen bir durum olmadığı gibi bulunduğunda ise laiklik hayalleri taşımadı. Bazı Fransız bağlantılı çevreleri dışında Hıristiyan aydınların üzerine de kurulmadı. Tıpkı Necip Azuri'nin, Asya bölgesinde bir Arap imparatorluğu kurma çağrısında bulunması gibi. Arap milliyetçiliği ile zaruriyete yönelmiş kesimler arasında bir bağlantı yoktu. Z.l. Levin'in görüşüne göre, Araplar, 19'uncu yüzyılın sonlarına kadar dünya karşısında milliyetçilik eğilimine hazırlıklı değildi. Onlar, Osmanlı imparatorluğunun çıkarlarına hizmet eden hırslı bir Osmanlıcı politika ile hareket ediyorlardı. Modern dönem Arap tarihi alanlarındaki eserleriyle tanınan Arap asıllı İngiliz yazar AlbertHourani de, çalışmaları neticesinde benzer bir sonuca vardı. Yazara göre, "Arap milletinin müstakil bir birlik oluşturması ve muhalif düşüncelerin milleti şekillendirdiği inancı, henüz olgunlaşmayan bir düşüncedir, yirminci yüzyıl dışında siyasi bir güç kazanmış değildir." ayrıca Hourani'nin görüşüne göre, Butros el-Bustani, Osmanlı vatandaşı olarak yazıyordu ve ona herhangi bir imada bulunulmuyor veya sultan'a bağlılığını bırakması konusunda herhangi bir talepte bulunulmuyordu.

Bu bağlamda el-Bustani'nin dergisi olan "el-Cinan" Mithat Paşa ve yaverlerinin desteğini almış, Mithat paşa bazı sayıların çıkması için ona yardımcı olmuştu. Bustani'nin milliyetçilik üzerine kurulan okulu da, muhakkak ki Osmanlılardan yardım almıştı. El-Bustani, Suriye halkının Osmanlı Devleti’ne karşı Lübnan  ile birleşip, müstakil bir devlet kurması yönünde çalışmalar yaptı. El-Bustani'nin yanı sıra bu çalışmalara önderlik eden eş-Şadyak, el-Maraş, el-Yazıcı, İshan, Anton gibi Hıristiyan aydınlar, Osmanlılara yeni Osmanlıcığı sundu. Bu sırada Osmanlı tabiinin söylediklerinden farklı bir şey söylemediler. Halihazırdaki Osmanlı Tanzimatçıları, çok sayıda din ve ulusu barındıran birleşik Osmanlı devleti ilkesini başlattı. Tüm Osmanlı arasında eşitlik sağlayan bir Osmanlı cemiyeti kuruldu. Arap aydınların yardımıyla "Suriye bilim derneği"nin yeniden yapılandırılması 1868 yılının ikinci önemli göreviydi . Bu çerçevede, bir dernek açılışında Kamil Paşa'nın huzurunda konuşma yapan Muhammed Arslan, konuşmasında Arapları yücelterek Arapları kalkındırmaya yönelik açık bir çağrıda bulundu. Osmanlı tarafından herhangi bir provokasyon yapılmaksızın,Arapların şereflerini, onurlarını ve izzetlerini geri alması gerektiği vurgusu yaptı. Tüm bunlar el-Cabiri ve Belkaziz'in amaçları ile çelişirken, el-Maraşi ise Osmanlı derneğini parçalamak istiyordu. Edip ishak, Anton, Cemaleddin Afgani ve Ömer Fakhouri'ye kadar birçok Arap aydının Osmanlı'ya yönelimlerinin arkasındakileri anlamamız gerekiyor. Türkleşme eğilimine karşı çıkan bazı aydınlar, Arapça konuşan bütün Osmanlı tebaasını hedeflemeye başladı. Bu dönemde hareketin içinde bazı Müslüman Arap aydınlar da katılmaya başladı. Bunlar arasında önemli bir yer alan Abdurrahman El-Kevakıbi, Arap hilafetinin tekrar tesis edilmesini, İslam’ın kurtuluşunun ancak Arap Müslümanlar tarafından gerçekleştirilebileceğini, Arapçanın tüm Müslümanların ortak dili ve resmi saltanat dili olarak belirlenmesi gerektiğini savundu. Bu siyasi yönelim, Osmanlı devleti düşene kadar devam etti.

1913 yılında Paris'te düzenlenen ilk Arap kongresinde, Müslüman ve Hıristiyan aydınların yer aldığı konuşmacılar, Osmanlı birliğini korumanın gerekliliğini vurguladı. Araplar, Osmanlı devletinden ayrılmak istemiyordu. Ulusal haklarının Osmanlı devletinin unsurlarından biri olmasını istiyorlardı. Ayrıca Türklerle eşit olmaktan keyif alıyorlardı. Lamerkez partisinin yeniden düzenlenmesi Abdulhamid ez-Zehravi ve Şükrü Ghanam tarafından vurgulandı.. Ancak bu olup bitenlerin hepsi, Araplar ve Türkler arasındaki karşılıklı kin ve nefretin ortadan kaldırılmasına yetmiyordu. Abdurrahman el-Kevakiby "diktatörlüğün tabiatı" adlı kitabında bunu şöyle özetlemişti, "Türklerin deyişlerinde Araplar, Arapların deyişlerinde de Türkler yer alıyor. Hepsinde de birbirlerini tahkir ediyor, küçümsüyor ve hor görüyorlar."

Osmanlının hayatta kalmasını ve devam etmesini çok istemelerine rağmen Arapların kalkınma fikri, zalim vali ve sultanlar ile yozlaşmış yönetimlerin gölgesinde güç kaybetti.

Kaynak: El Hayat
Dünya Bülteni için tercüme eden: Merve Soydaş Gök