Yazılı tarih büyük ölçüde galiplerin tarihidir. Yoksulların ve sıradan denilen insanların yazılı kaynaklara uzak olduğu çağlarda, dönemin tasvirlerini günümüze aktaran vakanüvisler, saray yazıcıları, kendi bulundukları açıdan ele almışlardır olayları, güç ilişkilerini, olguları ve toplumsal sahneleri. Halktan insanlar ise bir hikayeye, bir ağıta, bir türküye sindirmişlerdir şikayetlerini, umutlarını, uğradıkları zulümleri. İletişim araçları bir hayli kısıtlıyken, şayialar ve rivayetlerle dolaşmıştır kimi hakikatler yeryüzünde. Yine de tarihin binlerce yıllık derinliğine baktığımızda bize görünen gerçeğin çok az bir kısmı oluyor, muhtemelen.
Şimdilerde İran'dayım, seçimin ardından çatışmalara yol açan meseleleri enine boyuna anlamaya çalışıyor ve toplumda oluşan gerginliği gözlemleyebiliyorum. Gözüme çarpan ve görmezden gelemediğim pek çok sahne var ki büyük bir acı veriyor. Sözgelimi, her "Allahuekber" nidası aynı anlamı veren seslenme olmaktan çıktı. Devrimin çocukları kendi içinde düşman üreterek birbirine düşüyor. Elek yeniden sallanıyor, zayıf bünyeler un ufak olacak. Kendini ifade imkânı kısıtlanan kitleler sokaklara döküldüğü için de şiddet geliyor ve şiddet şiddeti doğuruyor. Devrimin haksızlığa karşı soru sormayı öğrettiği insanlar, kendilerine yalan görünen verilere itiraz ediyorlar. Oylarının, bütün seçimlerde mevcut olan alışılmış oy kullanma oranıyla bu seçim arasındaki oran arasında oluşan büyük farkta kaybolduğuna inanıyorlar.
Göstericilerin düzen karşıtı başı bozuk insanlar, dış güçlerin ajanları, renkli devrim heveskârları olduğu iddiası sürekli dillendiriliyor Türkiye basınında. Oysa göstericiler İslamiyet'i ve düzeni hedeflemiyorlar sloganlarıyla, bunu daha önce de yazdım. Zengin çocukları olduğu da bir zan. ("Ey iman edenler, zannın çoğundan kaçınınız", mealindeki ayeti ne sık hatırladım bu günlerde!) Zengin çocukları aileleri tarafından Batı ülkelerine kaçırılıyor, o gösterilerde ne işleri olacak... Aralarına karışan provakatörler olabilir, fakat bu özellikle göstericileri sokağa döken seçimin mağlubu sayılan Musevi'nin ve onu destekleyen milyonların sadakatine halel getirmez.
Türkiye basınında İran'da yaşananları derin bir kavrayışla konu alan nadir yazılardan biri, sitemiz yazarlarından Bahattin Yıldız'ın "Seçim Sonrası İran'da Kopan Fırtına" başlıklı, konuya müdrik yazısıydı. Kimi yazı ve yorumlarda Musevi'nin isminin turuncu devrimler bağlamında zikredilmesi, ne büyük bir yanılgı! Musevi'nin Amerika tarafından desteklendiği, Soros tarafından ona kaynak sağlandığı iddiaları da aynı ölçüdü basmakalıp yargılar. Diğer üç adaya göre Ahmedinejat'a daha yakın olduğu söylenen Ayetullah Hamaney bile, seçimden sonraki ilk Cuma namazında dört cumhurbaşkanı adayının da devrimin çocuğu olduğunu ve devrime büyük hizmetlerde bulunduğunu vurguladı.
Özgürlük gibi olguların sınırları yoktur, ayrıca "dış düşmanların komploları" da her dönemin iktidar silahıdır. Musevi kolay tuzaklara düşmeyecek kadar sorumlu bir siyasetçi, çünkü o aynı zamanda hayata farklı açılardan, "öteki"lerin açısından bakabilmeyi başaran bir sanatçı. Doğruculuğu ve yalandan uzak durması nedeniyle, "güçlü olan haklıdır" söylemine koyduğu mesafe yüzünden de, tıpkı Hatemi gibi, Hazreti Ali'yi çağrıştıran bir yanı var. Yanıbaşında duran eşi Zehra Rahneverd ise yirmili yaşlarını aştıktan sonra Zühre olan ismini Hazreti Fatıma'ya olan sevgisi nedeniyle değiştirip Zehra yapmış bir insan; Türkçe'ye çevrilmiş olan Ashab-ı Uhdud kitabının da şairi. Onlar devrimin imani, sanatsal, söylemsel ve duygusal dışavurumlarıydı, otuz yıl boyunca. Ne kadar da kadir kıymet bilmekten uzak bir toptancılıkla hesaptan düşürülmeye çalışıyorlar!
Türkiye basınındaki İran yorumlarını okuyor ve İran'da olup bitenler karşısındaki yabancılığı hayretle karşılıyorum. Arada büyük bir anlayış uçurumu var, bu açık. İran'daki reformist hareketi hazır kalıplar kullanarak yeşil devrimlerle ilişkilendirenlerin, bu hareketin bünyesine topladığı ilmi, felsefi ve sanatsal üretim çabalarıyla belki de İslam'ın (bugün bütün dünyada eksikliğ ihissedilen) medeniyet vizyonuna yönelik bir derinleşme arayışını temsil ettiğini, bu alanda meydana gelen vahim bir ihmalden ivmesini aldığını hiç akıllarına getirmeyişleri ise bu yabancılığı daha da vahim kılıyor. Radyoların, televizyonların, internet haberlerinin, twitter notlarının, kişisel temennilerle sürdürülen yorumların dolduramadığı bir anlayış uçurumu bu. Öyleyse iletişim çağında bulunuşumuzun, bilgiyi hızla dolaşıma sokarak en ücra köşelere dahi ulaştıran araçların, bütün bu haberleşme imkânlarının bizleri doğru bir görüye hazırladığı ve fikren de olgunlaştırdığı söylenemez.
Belki kültürel araçlar alanında demokratikleşme süreçleriyle alakâlı arazlar bunlar. Ne yazılsa gidiyor, öyle sanılıyor en azından. Kalıplarla düşünmeye alıştığımız için, karşımıza çıkan bu yeni sahneleri yorumlarken, zihni konforumuzu bozmak hoşumuza gitmiyor olabilir. Ama orada sekiz yıl sürmüş bir savaşın yasını henüz sürdüren çileli bir millet var.
Devrimin önde gelen isimleri ve kitleler tarafından defalarca siyaset gömleğini yeniden giymesi için atelyesinden çıkmaya çağrıldı Musevi ve 67 yaşında, hayatının trajedisini yaşamaya yöneldi. Cumhurbaşkanlığı makamına oturmasa bile onu herkes iyi biliyor. (Ahmedinejat bile "Aslında sizi severim ben sayın Musevi" demişti ona, eşi Zehra Rahneverd'le ilgili iddialarını dillendirdiği televizyon münazarasında.) İmam Humeyni'nin sağlığında muhafazakârlardan gelen saldırılar karşısında hep yanında olduğu devrimin has evladı, uzun süren bir savaştan düzlüğe çıkardığı ülkesi için bir kez daha sınanıyor. İran'ın bu zor dönemi aşması için dua etmeye devam edelim.