Ekonomi tarihinde her altın çağın bir sonu olmuştur. Yaşanan son kriz de hem altın dönemlerden birini sonlandırmış hem de 1929 Dünya Buhran'ından beri yaşanan en derin ve kapsamlı kriz olmuştur. Bu kriz diğerlerinden oldukça farklıdır. Neredeyse hiç kimsenin öngöremediği bu kriz gelişmekte olan ülkelerden değil kapitalizmin kalbi olarak değerlendirilen Amerikan ekonomisinden kaynaklanmıştır. Daha da önemlisi bu kriz dünyada politik bir uyanışı başlatmıştır.
Önce Batı'nın sonra Amerika'nın yükselişine tanıklık eden dünya bu krizle birlikte artık Amerika sonrası çok kutuplu düzene geçmekte.
Nixon, Ford ve Reagan'a danışmanlık yapan Patrick Buchanan bir yazısında 2008 krizi öncesi için Amerikan dolarını kast ederek 'batan para' ve kendi ülkesi içinde 'batan ülke' tanımlamasını kullanmıştı.
Doların değer kaybını da Amerikalıların kendi imkânlarının çok ötesinde yaşamaları ile açıklıyordu.
Buckanan'ın diğer tespitleri ise şöyle idi; "zayıflayan dolar daha fakir bir Amerika demektir. Tarih bize batan paranın batan ülkenin işareti olduğunu göstermiştir. Hele batan paranın bir süper güce ait olması
çelişkili bir durumdur. Bu Amerikalılar ve Amerika için ne anlama gelmektedir?

Doların alım gücü
Artık Amerikalı turistler gittikleri ülkelerde tasarruf ettikleri paralarının eskisi kadar alım gücü olmadığını görecekler. Yurtdışındaki Amerikalı daha şimdiden zor dönemler yaşamaya başladılar bile. Amerikan
yardımları artık eskisi gibi verilmiyor. İşin daha komiği Amerika Pekin'e dolar bulmaya borç istemeye gidiyor.
Çinliler ve Japonlar Chrysler, Ford ve GM gibi firmaları devirmek, piyasalarımızı ele geçirmek istiyorlar. Asyalılar elmaları kimin tükettiğinin değil bahçenin sahibinin kim olduğunun en önemli şey olduğunu anlamışlar.
Amerikan Doları değer kaybettikçe insanlar daha çok euro ve yen, daha az dolar tercih etmeye başlayacaklar.
Ne kadar çok devlet dolar kullanımından vazgeçerse doların düşüşü o kadar hızlanacaktır. Fon fazlası olan ülkeler sahip oldukları dolarları daha emniyetli bir şekilde saklamaya karar verdiklerinden bu fonları Amerika'da gayrimenkul, yatırım bankası ve şirket alarak kullanmaya başladılar.Artık serbest ticaretin tavukları tünemek için bizim ülkemize geliyorlar".
Buchanan'ın bu söyledikleri aslında senelerce az gelişmiş ülkelerde konuşulan şeylere ne kadar benziyor. Şubat 2001 krizinde yabancı gazetelerin bazıları 'Türkiye'de banka ve firma almanın tam sırasıdır' diye yazmışlardı. Türkiye'deki gazeteler ise yabancıların banka ve firmalarımızı ele geçireceklerini yazıyorlardı.
Yaşadığımız krizin ilk başlarında Amerikan Doları birden değerlenmeye başlamıştı. Ekonomisi krizde olan bir ülkenin parasının değer kazanması da ilginç bir gelişmedir. Bunun nedeni de birçok ülkenin dolar cinsinden borçlu olmasıdır.  Oysa Amerika'nın borçları kendi ulusal parası cinsindendir. Amerikan dolarını basabilme yetkisi Amerika'nın tekelindedir. Her ülke merkez bankasında tutulan rezerv miktarını açıklarken Amerika böyle bir veri açıklamaz çünkü onun resmi rezerv tutmasına gerek yoktur. Fakat bu tekel konumu ve senyoraj hakkı bile (senyoraj kralların para basma ve bu yolla gelir yaratabilme yetkisidir) artık Amerika'nın egemen durumunu sürdürmeye yetmeyebilir.

Çok kutuplu dünya
Amerika'nın emlak piyasasında başlayıp yayılan son kriz 'Amerika hapşırsa dünya hasta olur' inancını doğrulamıştır. Fakat burada ilginç olan bir gelişme vardır ki oda artık dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağıdır.
Amerika'nın son 12 aylık ticaret açığı 674.4 milyar dolar, cari işlemler açığı 628 milyar dolardır. Amerikan bütçesinin 2009 yılında Gayri Safi Yurt İçi Hâsılası'nın yüzde 13.7 si kadar açık vermesi beklenmektedir.
Bugün Çin 2 trilyon doları aşan (Haziran 2009 itibarıyla 2.131 milyar dolar) rezervinin büyük kısmını dolar cinsinden mali varlıklarda tutmakta, Amerikan hazine bono ve tahvili almaktadır.
Bu fikrini değiştirse ne olur acaba?
Çin kendi biriktirdiği dolarların alım gücü birden düşsün istemez. Ama bunu aşama aşama yapabilir. Belki yıllarca dolarizasyon yani ulusal para yerine doların kullanılmasını dert eden ülkeler artık dedolarizasyon (doların uluslararası işlemlerde çok talep edilmemesi ve bu yüzden değerini kayıp etmesi) sorunuyla uğraşmaya başlar.
'Amerika Sonrası Dünya' adlı kitabında Fareed Zakaria da artık dünyanın çok kutuplu olacağını ve Amerika'nın yükselen piyasalar denilen Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi ekonomilerle işbirliği içerisinde yeni duruma uyum sağlamasının kendisi için daha iyi olacağını belirtmektedir.

Üç tektonik güç kayması
Zakaria son 500 yıl içerisinde üç büyük tektonik güç kayması yaşandığı tespitinde bulunmuştur. Birincisi modernite diye de adlandırılan ve Batı'nın yükselişini kapsayan dönemdir. Bu dönemde tarım ve endüstri devrimleri, bilim, teknoloji, ticaretteki gelişmeler yaşanmıştır. İkinci dönem ise Amerika'nın yükseldiği 20. yüzyıldır. Üçüncü dönemin ise Amerika-sonrası dönem ya da diğerlerinin (Batı ve Amerika dışındakilerin) yükseliş dönemi olacağına inanılmaktadır. Zakaria, Amerika'nın askeri ve politik bakımdan süper güç olmaya devam edeceğini fakat diğer tüm alanlarda (sanayi, finans, eğitim, sosyo-kültürel) gücün Amerika'nın hâkimiyetinden diğer odaklara kayacağını öngörmektedir.
Tarihçi Niall Ferguson ise 'Çinamerika' diye bir terim kullanmaktadır. 21. yüzyılda Çin ve Amerikan ekonomilerinin birbirine daha çok muhtaç olduğundan bahsetmektedir. Çin tasarruf etmekte, Amerika'da bu tasarrufları harcamaktadır. Tabi ki Çin'inde bu tasarrufu sürdürebilmesi için Amerikan pazarına ihtiyacı vardır.
Amerika dünyayı küreselleştirmeye çalışırken kendini küreselleştirmeyi unutmuş gözüküyor. Asya krizi sırasında Amerika ve batılı ülkeler Asyalılara üç aşamalı bir çözüm önermişlerdi. 1. Bırakın başarısız bankalar batsın. 2. Kontrollü harcamaya devam edin. 3. Faizleri yüksek tutun. Şimdi kendi krizleri olunca Zakaria'nın dediği gibi bunların tam tersini yapmaya çalışıyorlar. Amerika'nın dünyaya sadece kendi gözünden bakmayı artık bırakması ve diğer ülkelerin yükselişi sürecinde işbirliğine hazır olması gerekiyor.
Sadece Amerika değil artık IMF de gelişmekte olan ülkelerin fon fazlasına ihtiyaç duymaktadır. Bugün IMF'ye kayıtlı 186 üye ülke vardır. Ancak oyların hâlâ yaklaşık yüzde 20'si (yüzde 16.77) yani beşte biri Amerika'ya aittir.
Geçtiğimiz nisan (2008) ayında dünyanın birçok gazetesi IMF'nin zor durumda olduğunu, IMF'ye rağbetin çok azaldığını yazıyordu. Financial Times gazetesi (30 Nisan 2008) Fon'dan para talebinin azalması nedeniyle 2010 yılında IMF'nin 400 milyon dolar açık vereceğini yazmıştı. Hatta bu yüzden IMF çalışanlarının erken emekliliği istenmişti. Yüzde yirmilik erken emeklilik oranı arzulayan IMF'de erken emeklilik isteyenlerin oranı yüzde 25 olmuştu.
Yaşadığımız kriz nedeniyle IMF yeniden popüler hale geldiyse de IMF'nin tüm çıkan yangınlara yetişebilmesi için Çin ve petrol zengini körfez ülkelerinin fonuna ihtiyacı olduğu da bilinen bir gerçek.
Bu kriz de er ya da geç aşılacaktır. 'Büyük Kriz', 'Cinnet, Panik ve Çöküş' adlı kriz kitaplarını yazan ünlü iktisatçı Kindleberger ekonomik krizlerin hafızasının olmadığını belirtir. Hatta 'Büyük Kriz' adlı kitabının satışları ne zaman duraklasa, yeni bir krizin imdadına yetiştiğini nükteli bir dille anlatır.
Amerika'nın hem dünyadaki hem IMF içerisindeki hâkim gücünün değiştiğine ve dünyanın çok kutuplu Amerika sonrası döneme kaydığına hep beraber tanıklık ediyoruz gibi görünüyor. Ciddi büyüklükte cari açık ve bütçe açığı veren bir ülkenin artık galiba kendine dev aynası yerine boy aynasında bakması, hatalarının farkına varması ve diğer ülkelerle daha eşitçi bir zemin de işbirliği yapması gerekiyor.

Türkiye'ye etkileri
Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, (BRIC ülkeleri) gibi ülkeler birçok alanda yeni güç merkezleri haline geliyor. Çok yerden çok kişiyle yönetilecek yeni dünya düzenine Amerika ve Türkiye hazır mı?
Türkiye bu yeni düzenin ya yeni kutuplarından biri olacak ya da mevcut durumunu sürdürmeye devam edecek.
Yeni dönemde yeni kurallar oluşumuna Amerika'nın nasıl bir tepki vereceği kriz sonrasında yeni bir altın çağın başlayıp başlamayacağını belirleyecek.
Amerika Türkiye'nin bölgedeki rolünden faydalanarak eski Rus Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleriyle iyi ilişkiler kurabilir, bölgede etkinliğini sürdürmeye devam edebilir.
Türkiye bölgede herkesin güven duyabileceği bir ülke olmayı becerebildiği takdirde Rusya ve Ortadoğu ülkelerinin enerji kaynaklarından, İsrail'in biyoteknoloji konusundaki tecrübelerinden yararlanabilecek ve kredibilitesi sayesinde bölgede cazibe merkezi olabilecektir. Amerika ile bu bölgedeki güç merkezleri arasında bağ kurulmasına yardımcı olabilecektir.
Yenidünya düzeninin sıfır toplamlı bir oyuna dönüşmemesi için Amerika'ya büyük görevler düşmektedir. Her iki ülke de tehdit olarak gördükleri şeyleri birer fırsata dönüştürebilir.
Doç.Dr. Elif Çepni: Doğuş Üniversitesi

Kaynak: Radikal