Bundan bir ay kadar önce İspanya'da, Müslüman Endülüs'ün kalbi Kortoba'daki büyük caminin hemen arka sokaklarından birinde tarihi havraya adımımı attığımda şaşırmıştım. Dikkatlice bakmayan bir göz burasının rahatlıkla bir cami olduğu sanısına kapılabilirdi. Endülüs döneminden kalma bu havrada Endülüs İslam sanatı arasında o kadar çok benzerlikler var ki. Bütün olarak süslemeler, mimari yapı, ortak çizgiler hemen kendini gösteriyor. Zaten Endülüs'ü bu denli muhteşem kılan da bilim ve düşüncede olduğu gibi sanat ve estetikde de üst bir tarz geliştirmiş olması. Felsefede kurulan üst dil sanata da yansıdı. İbn Rüşd kadar ibn Meymun da Endülüs'ün bilim ve düşünce ortamında yetiştiler.
Son Endülüs sultanlığı 1492'de düşerken Endülüslü Yahudilerin ve Müslümanların kaderinin bir çok kez kesişeceğini kimse düşünemezdi belki. Magrib'e, Osmanlı topraklarına sığınan Yahudilerin sürgün macerasını az çok biliyoruz. İstanbul'a gelen Yahudilerin 500. yılı için yapılan görkemli kutlamalar, Hristiyan İspanyol bağnazlığını bir kez daha hatırlattı. Bu arada İstanbul Galata semtine yerleştirilen Endülüsten gelen Müslümanlar hakkında en küçük bir merak dahi duyulmaması tuhaftır. Ne var ki, Yahudilerin çektiği acılara, bunlara kucak açan Osmanlı mirasına sahip çıkanlar nedense 1492 sonrası Müslümanların acılarına, engizisyon altında işkence çekmelerine, zorla dinlerini değiştirme siyasetine, dillerini bile konuşma yasağı altında asimile dilmeye çalışılmasına dair bir merak bile yok. Hatta böyle bir soru işaret bile olmadı. "Osmanlı sadece Yahudilere mi sahip çıktı" gibi sorulara nadiren karşılaştım.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN