Mimarlık ve şehircilik sorunları, AK Parti Hükümeti’nin eseri değil. Buna karşılık açığa çıkardığı ve desteklediği enerji mimarlık ve şehircilik alanına da yansıdığı için, ihmale uğramış, dahası başı boş bırakıldığı izlenimi veren imar ve inşa sorunları doğrudan mevcut hükümete mal ediliyor.
Barınak insanın en önemli ihtiyacı. İnsanı merkezine alan şehir ideali adına sürdürülen eleştiriler devlet katından yükselirken bile “kervan yolda düzelir” mantığıyla hareket eden acil çözüm uygulamaları pes etmiyor.
Hükümet mensupları her fırsatta şehir denildiğinde akla sadece taş, beton ve asfaltın gelmemesi gerektiğini, oturmuş dokuya has yalın ve sade özü korumanın.önemini vurguluyorlar. Oysa uygulama aksi yönde ilerliyor. Osmanlı şehirlerinin dengeli yerleşimleri ve hayran bırakan siluetleri, incelikli köşe bucakları, yapı malzemesi ve çevreye uyum konusundaki başarıları özlemle yad ediliyor şehircilik toplantılarında. Buna karşılık söz konusu başarıları örnek aldığını gösteren uygulamalar bir hayli az. Kalkınma politikaları mahallenin ve siluetin korunması değil, gökdelen ve fabrikaların en kârlı bir şekilde yayılması, çoğalması sonucunu doğuruyor. Hayran olunan silueti çığırından çıkartan, kağıtta yazılı olanın inandırıcılığı konusundaki aldırışsızlık. Kağıt üzerinde 3 emsal olarak gösterilen kat, topoğrafyanın sunduğu fırsatlarla bazen 15’e kadar yükseliyor. Buna karşı hükümet ve yerel yönetimler ciddi bir şekilde tedbir almazlarsa, atalar mirası şehirlerden geriye kalan güzellikler de elden gidecek.
Kağıtta olanın hayata yansımasına izin vermeyen düzensizliği oluşturan sadece fırsatçı gruplar ve yapılar olmasa gerek.
Mimari alanında düzensizlik her zaman Babil Kulesi’ni getirir aklıma. Dil ve mimari karmaşası arasında doğrudan bir bağ var. Cümlelerimiz anlaşılır olmadığı, yazışmalarımızın bir konuyu ifadesinde yetersiz kaldığı, sorularımızın kütüphanelerde ve arşivlerde 1928’den önceki kitaplara ve kayıtlara ulaşmak isterken bir duvara çarptığı noktada canlanan travmayla, kendimizi “ne olsa gider”in akışına bırakmamız kolaylaşıyor. Ne çevre uyumu, ne ince bağlantılar, ne hafıza, ne de ruh sağlığı... “Konut makineleri” çoğalırken, şehri tehdit eden kaos düzene girebilirmiş gibi...
Bir süre önce ne oldu, şimdi neler oluyor, şehirde dolaşırken okumakta daha da zorlanacak Huzursuz Bacak’ın gurbetçi akademisyen kahramanı Ömer Faruk. (1) Bazı cümleler silinmiş, bazılarının üzeri çizilmiş, yanlış tercüme kurbanı olanlar eksik değil aralarında.
Şehir yine de dayanamaz mı? Daha kötülerini de gördü ne de olsa...
“İz”, belirti, tabela, alamet, gözükmeyi ve yaşanmışlığı açan öteleme... Yazı tam anlamıyla “iz” olamasa bile, tıpkı mekân gibi yaşanmışlığın izlerini okutabilir. Kemalizmin “Harf İnkilabı” ile “unutkan bir toplum” yaratmak istediği hep dile getirilir. “Alfabesi değişirken kimse halkın rızasını almayı aklına getirmiş değildi. Tersine, “geçmişe ait izleri silmek” bir amaçtı. “Halkevleri’nin bir odasından halk türküleri taşarken, bir yan odadan Mozart sesi duyulur; ama hiçbir odadan gazel sesi duyulmaz”, diye anlatır Ceyhun Atıf Kansu, hafıza silme işlemlerinin müziğe düşen payını. (2) Halkevleri yayınlarında “yeni bir mimari zevk”ten de söz edilir ama bu zevkin bir çırpıda nasıl oluşacağında dair bir fikir verilmez. Genç mimarın vazifesi “hem güzel eserler yaratmak, hem de halkı güzel eser nedir anlatıp öğretmek” olarak tanımlanır... Kuşkusuz Osmanlı mimarisini hatırlatmayan, ama mesela Konya Halkevi Projesi’nde olduğu üzere Stutgart mimarisinin mükemmel bir kopyası olan mimaridir bu, bir birikimi veya sabrı olmadığı için de fazlasıyla modernist, hantal ve soğuktur.
Bu mimari tarzına karşılık gelen ifadeleri düşünün: Aşılamak, geçmişin izlerini silmek, kaynaşmış kütle yaratmak, bir ağızdan terennüm eden on binler...
Cumhuriyet mimarisi geçmişin izlerini silmek istediği için, günümüze ulaşan kentsel bir kaosa zemin hazırlamış oldu. Unutma rastlantılara bırakılmak istenmemiş, devrimlerle özellikle “Harf Devrimi” ile kurumsallaştırılmıştı. Ulusal bir mimari için başlatılan seferberlik, unutma işleminin bir diğer hamlesi.
Mekân veya harfin yüklenmiş olduğu anlamın belirsizleştiği yerde oluşan bir uğultu vardır ki yine mekân ve harfin barındırdığı izlerin yardımıyla ayrıştırabilmektedir seslerini.
Cumhuriyet kuşağına çok tabii görünen Latin alfabesi “devrimi”, ideolojik nedenlerle ve kısmen de baskı yüzünden gerektiği ölçüde irdelenebilmiş değildir. Derrida’nın 10 Mayıs 1997’de YKY ve Boğaziçi Üniversitesi’nin davetiyle geldiği İstanbul’dan editörü Catherine Malabou’ya gönderdiği mektup bu açıdan çarpıcı tespitlerle dolu. Düşünür, benzeri bir devrimin Fransa’da gerçekleşmiş olması varsayımı üzerinden şöyle kurcalıyor, dünün harflerine dönüşü kesinlikle yasaklayan devrimi: “Bu ‘coup de la lettre’ (harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor. Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden değiştirmesi; işaretlerin, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hâlâ efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.”
“Görebildiğim en derin yara bu, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü bu” diye sürdürüyor sözlerini Derrida ve bir yerde “harf katliamı”ndan, daha sonra ise “asla yayımlanmayacak mektuplardan” söz ediyor. Ve “... bir makineleşme değil mi bu?” diye soruyor.
Derrida’yı onca sarsan bir “devrimin” muhatapları arasındaki insaf ve eleştirel okuma eksikliği, bu “devrimin” sebep olduğu kültürel karmaşanın toplum, dil ve mimari üzerinden hiçbir şekilde okunamaz olduğu anlamına gelmiyor.
Korkutucu “eski”nin sirayet etme yeteneği, “irtica” mührüyle tanımlandı. Makineleşme, sırf alfabeyle kalamazdı, evler ve şehirler de makine düzeniyle vücudunu değiştirmeliydi. Bunların hepsini gayet sağlıklı bir şekilde gerçekleştirip yeniden yola koymak mümkün olmadığı için de “harf darbesi”, askeri darbelerle tahkim edilip durdu ya... Şimdi her şey daha açık seçik görünüyor ve bizler, Derrida’nın Harf Devrimi eleştirisini Türkçe bir yayından okuyabiliyoruz. (3)
Artık devrin değiştiğini söyleyebiliriz, ne var ki her tezahürün vücudunu değiştirmek “makineleşme”nin cazip kazanımları nedeniyle herkesin harcı olamıyor. Kadim şehre dönük nostaljiyle cümleler kuran Tanpınar okuru, aynı zamanda mahalleyi ve şehri ayakta tutan imgeleri, sembolleri yok edecek imar inşa kararlarının altına imza atmayı kendine yediriyor. Böylelikle sürüyor mimari karmaşa. Sadece sinema olarak 90 yıllık bir ömrü olan Emek Sineması’nın, mekâna özgü bütün yaşanmışlığın izlerini yutacak bir proje hatırına yıkılmasının “muhafazakâr” bir duyarlıkla nasıl bir ilgisi olabilir...
Kağıtta kayıtlı ilkelerin hayata geçerken buharlaşması, “asla yayınlanmayacak mektupların” bir âhı olduğu fikrine götürüyor beni. O mektuplar yayımlanmayacak olsa bile mekâna sinmişlerdi, ne var ki, mekânın kulak verilmesi gereken bir dili olduğuna ancak safdillerin inanabileceğini düşünmemiz bekleniyor yine de...
Dipnotlar
1-Mustafa Kutlu, Huzursuz Bacak, Dergâh Yayınları, 2008.
2- Neşe G. Yeşilkaya, Halkevleri: İdeoloji ve Mimarlık, ff. 72, İletişim Yayınları, 1999.
3- Gülşah Köksal, “Derrida ile Alfabe Devrimini Yeniden Düşünmek”, Cogito, 14 Mart 2013. (Yazar, kaynakça olarak da Derrida’nın yine Cogito’da yayımlanan bir yazısını gösteriyor: “Yaşamı Yeniden Düşünmek”, sayı 47-48, 2006, Özel sayı.)