Hükümetin AB reformlarını yavaşlattığına dair söylem artık bir "AB standardı" haline geldi. Pazartesi günü Brüksel'de toplanan AB dışişleri bakanları da aynı şeyi tekrarlayarak "üzüntülerini" ifade ettiler.
Hükümetin aksini iddia ederek, "uygulama" boyutuna girmeden, yapılan reformları sıralaması da standart bir söylem haline geldi. Kısacası burada söz konusu olan bir tür sağırlar diyaloğudur.
Böylece, aradan 170 yıl geçmesine rağmen, bugün Batı ile hâlâ Tanzimat döneminde reform konusunda yaşanan diyaloğun neredeyse aynısını yaşıyoruz. "Reform" kavramı Türkiye'deki egemen güçlerce antipati ile karşılanmaya devam ettikçe de durumun pek değişeceği yok.
Özetle, reform konusu Batı için Türkiye'ye dönük bir baskı aracı olmaya devam ederken, Türkiye'nin çağdaş bir düzen kurma açısından yetersizlikleri de buna zemin sağlamaya devam ediyor.
Reform yapmak yetmiyor
Peki nedir AB'nin, cari söylemle, "Türkiye'ye dayattıkları?" Başlıca istekler şunlardır:
Yargı reformu, yolsuzlukla mücadele, vatandaşların haklarının etkin şekilde korunması, işkenceye karşı sıfır hoşgörü, ifade ve din özgürlüğünün hem yasal anlamda hem de pratikte garanti altına alınması.
Türkiye'ye nesnel olarak bakıldığında, bu alanların hepsinde acil olarak yeni bir anlayışa ihtiyaç duyulduğu görülüyor. Sadece işkence konusu ise reformları uygulama iradesinden yoksun bir düzene sahip olduğumuzu kanıtlıyor.
Kısacası, AB'nin dediği gibi, reform yapmak yetmiyor. Sade vatandaşın da yapılan reformu günlük hayatında yaşaması gerekiyor.
İçi boş bir meydan okuma
Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, hükümet üyeleri tekrar tekrar ne diyorlar? "AB oyunbozanlık yaparsa biz de 'Kopenhag Kriterleri'ni 'Ankara Kriterleri' yapar yolumuza devam ederiz, çünkü bu işi AB için değil Türkiye için yapıyoruz."
Bu söylemde kulağa hoş gelen bir meydan okuma var. Ancak gelişmeler, bunun içi tümüyle boş bir meydan okuma olduğunu ortaya koyuyor. Zira, bırakın "Kopenhag Kriterleri"ni, hükümet adını kendisi koyduğu "Ankara Kriterleri"nin ruhuna dahi uymuyor.
Konuştuğumuz yetkililerin verdikleri izlenime dayanarak, hükümetin adı konmamış yeni AB politikasına "Ne kadar ekmek o kadar köfte" politikası diyebiliriz. Bu çerçevedeki temel amaç ise AB ile ilişkilerin kopmamasını sağlamak. Yoksa bunları hızlandırıp ileri götürmek diye bir kaygı yok.
Sınırlama bahane sağlıyor
AB'nin müzakere sürecine koyduğu yapay sınırlamalar ise burada çok uygun bir bahane sağlıyor. Böylece hükümet Avrupalılara, "Önümü ne kadar açtın ki benden reform konusunda hız bekliyorsun" diyebiliyor. Yalın bir bakışla buradaki mantık yanlış da değil.
Nitekim bir yetkilimizin bu konudaki sözleri şöyle: "O kadar çok bloke edilmiş fasıl var ki, istedikleri hızla ilerleyecek olsak, kısa zamanda müzakere edilecek bir şey kalmazdı. Onun için hızımız, AB'nin yarattığı yapay engellerin gerektirdiği hızdır."
Söz konusu yetkili, Dışişleri Bakanı Babacan'ın Başmüzakerecik görevini bırakması konusuna da benzeri bir yaklaşım getirdi. AB'nin kilit fasılları bloke ederek yarattığı fiili durumun böyle bir adımı şu an için gereksiz kıldığını vurguladı.
Hükümetin anladığı
Bunlar, dediğimiz gibi, kendi çerçevesi içinde doğru sözler olabilir. Ancak hükümete güvenerek "Ankara Kriterleri"ne de inanmıştık. Oysa, öyle anlaşılıyor ki, hükümet "reform" kelimesinden AB için yapılması gereken şeyleri, anlıyor, Türkiye için değil.
Aksi doğru olsaydı, AB'nin "üzüntü" bildirmesini beklemez, Türkiye için zaten gerekli olan reformları yapar ve seçmenden aldığı güçlü destekle bunları uygulardı.
Kaynak: Milliyet