Yaşadığımız nedir biliyor musunuz?
Bence bir kuşatma harekatıdır.
Ak Parti'ye ve onun seçimlerde aldığı yüzde 47 oya karşı bir kuşatma harekatı...
Bir tür psikolojik savaş.
Amaç, Ak Parti'yi savunma psikolojisine itmek ve kendisine oy veren toplum kesimlerinin taleplerini unutturmak.
Komplo teorilerine itibar etsem şöyle bir komployu tasavvur edebilirdim:
Büyük meydan mitinglerine rağmen seçimlerde büyük bozgun yaşayan odaklar bir araya geldi ve "Şimdi ne yapacağız?"ı konuştu.
"Adamlar büyük zafer kazandılar. Türkiye artık ikinci bir dönem için ellerinde. Üstelik, ilk dönemden yüzde 12 fazla oy alarak, icraatlarını halka onaylattılar. Bunun sonu iyi değil. Gidiyoruz beyler. çare bulmalıyız."
Çareyi biri söyledi:
İşi rejim meselesine kilitleyelim. "Laiklik tehlikede" diyelim. "Türkiye bilmem nereye benzeyecek!" diyelim. Atatürk'ü cepheye sürelim. En etkilisi bu olur. Mahalle baskısı diyelim. Medyamız bazı olaylar patlatsın. İnsanları şeriatla korkutalım. Kadınların Cumhuriyet mitinglerine yansıyan korkularını kullanalım. "Korkulu mesajlar" peşpeşe gelsin. Üniversiteler konuşsun. Patronlar konuşsun. Emekli emeksiz askerlerden şöyle veya böyle açıklamalar gelsin. El altından bela çıkaracağımız izlenimi verilsin.
Medyanın yürüteceği kampanyaya AKP duyarsız kalmayacak. Hemen savunmaya geçecek. Böylece yüzde 47'nin havası dağılacak. Ondan sonra iş rutinleşecek. AKP'yi korku atmosferine sokarsak, bizim korktuğumuz hiçbir şey olmayacak.
Bazı odaklar böyle bir komplo kurdular mı? Tabii ki bilmiyorum.
Ama yaşadığımız iklim bu değil mi?
Aktörler peşpeşe arzı endam etmiyor mu?
Neredeyse seçimlerin getirdiği havanın dağıldığını, birilerinin yeniden "asıl iktidar" konumunda konuştuğunu görmekte değil miyiz?
Vatandaşın özgürlük kriterlerinin onlar tarafından belirlendiği hissine sürüklenmedik mi?
Çocuklarımızın özgürlüklerini alabilmek için onların insafa gelmesini bekliyor değil miyiz?
Hatta zaman zaman kendi kendimize bakıp "Ben gerçekten tehlike miyim?" sorusunu cevaplamaya itilmiyor muyuz?
"Biz vallahi Maleyza olmayız!" söylemi dilimizin pelesengi olmadı mı?
Siyasi iktidar, işi gücü bırakıp, "Ilımlı İslam" fobisini gidermeye ya da "Malezya korkusu"nu izale etmeye odaklanmadı mı?
Hepimiz, "Üniversite öğrencisine başörtüsü özgürlüğü versinler yeter" psikolojisine mahkum edilmedik mi?
Hizmet alan – veren ayrımı, adeta bir dogma haline getirilmedi mi? Başı örtülü hizmet verenin, ideolojik bir görüntü vereceği, o yüzden de laik düzende bunun meşru olmayacağı görüşünü ezber halinde yutmadık mı?
Başı açık bir başörtüsü karşıtı, başörtülü bir bayanı yargıladığında onun başörtüsü karşıtlığı nasıl laiklikle bağdaşıyor diye sorduk mu?
Hepimizin önünü "Bunlar yarın lise öğrencisi için de özgürlük isterler, hatta kamu görevlileri için de!" söylemiyle boğmadılar mı?
Niye lise öğrencisi için başörtüsü özgürlüğü istenmemeli, başörtüsü bir inanç meselesi ise, bunun bir cevabı var mı?
Niye bir öğretmen, bir doktor, bir hemşire başını örtememeli? Bunun bir cevabı var mı?
Ve biz, bunlar için özgürlük isteyebiliyor muyuz?
Bunların hakkı olmadığı için mi özgürlük istemiyoruz?
Bu hakkı kim alıyor onların elinden?
Onlar için başörtüsü islami bir görev olmadığı için mi özgürlük istemiyoruz?
Yoksa, aman ileri gitmeyelim, "bela çıkarırlar" kaygısı ile mi?
Millet hiç bela çıkarmıyor. "Bela çıkarmak" bazılarının özel hakkı. Ve bela çıkarmak oy vermekten daha etkili Türkiye'de...
Gelin soralım:
Biz meslek liselilerle, İmam Hatiplerle ilgili bir talebi dile getirebiliyor muyuz?
Getiremiyoruz.
Çünkü psikolojik savaş etkisini gösteriyor. Çünkü "bela çıkarırız" tehdidi, hükmünü icra ediyor.
Türkiye, sivil bir anayasa yapmak istiyor.
İstiyor ki, bu ciddi bir demokratik hamle olsun.
Türkiye, artık özgürlükleri doya doya solusun.
Türkiye artık, devlet – toplum ilişkilerinde daha sağlıklı bir noktaya doğru yönelsin.
Türkiye artık, kendi ayağına kurşun sıkan ülke olmaktan çıksın.
Çok partili hayata geçildiğinden beri Türkiye bu demokratik hamleyi yapabilme mücadelesi veriyor. Her seçim bir umut üretiyor.
Ardından çelik çekirdeğin ablukası geliyor ve her şeyi bitiriyor.
Bugün de sivil anayasa arayışı "bela çıkarıcılar"ın efelenmeleriyle boğuşmak zorunda kalıyor. Daha şimdiden bir çok ufuk kapatılmış durumda.
Ben böyle durumlarda siyasi kadrolara "Halktan aldığınız oyu unutmayın!" diye seslenirim. Ankara'nın koridorlarında sizi boğmasınlar. Demokrasi, milletten alınan emanetin hakkının verilmesidir. Türkiye bugün bu sınavı başarmalıdır. Zaman geçiyor, çağı yakalamak diyoruz ya, işte o, bu sınavın verilmesiyle mümkündür. Yoksa zaman da geçer, çağ da geçer, biz hala özgürlükleri konuşuyor oluruz. Yazık olur.