Kapatma davasına karşı AK Parti'nin tek çıkışı iddianameye verdiği 'cevap' oldu. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın rahatlığına herkes kendince tevil getiriyor.
'Giyotine gitmeye razı, 6 defa gidip 7. dönüşü yapabilen Süleyman Demirel'i örnek alıyor' diyenlerin yanında 'kapatılmayı uzak ihtimal görüyor, rahatlığı ondan' değerlendirmeleri yapanlar az değil. Davayı, sadece bir partinin kapatılmasına indirgemek yanlış. Bünyesinde ekonomik, sosyal ve hatta siyasal krizler barındırıyor. Sonucun iki hali de başka gelişmeleri tetikleyecek. Her kriz gibi kapatma davası da bazı fırsatların kapısını aralıyor. Mesela, 367 kilitlenmesi yaşanmasaydı, cumhurbaşkanını halkın seçmesi sağlanamazdı. Konuyu daha bütünü kuşatan bakışla ele alabilirsek doğru sonuçlara ulaşabiliriz. Kısmi ve geçici bir rahatsızlık değil, sistematik bir arızadan söz ediyoruz. Sorun iktidar partisinin kapatılmasıyla sınırlı olmadığı için, çözüm de onun kurtulması olmamalı. Anayasa Mahkemesi, Başsavcı'nın talebini yerinde bulmadığında, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam mı edeceğiz? Kapatmama kararı elbette vesayet düzeninin ağır darbe alması anlamına gelecek. Ancak, mevzuatı yani sistemi düzeltmedikçe, demokrasinin yolunun hangi köşe başında kesileceğini bilemezsiniz.

Büyüklüğü küçüklüğü önemli değil, demokrasi adına mevzi kazanma fırsatını ıskalamamak gerekiyor. Siyasi Partiler Kanunu'nun demokrasiyle bağdaşmayan, onu sakatlayan maddeler taşıdığı ortada. CHP kurultayında somut örneğini yaşadığımız gibi, genel başkanların değiştirilmesinin teklif dahi edilemediği, Allah sağlık verdikçe işbaşından indirilemediği partiler sisteminden kurtulmamızın vakti geçiyor. Partilileri kurşun asker konumundan kurtaracak, lider sultasına son verecek düzenlemelerle birlikte parti kapatma Avrupa Birliği mevzuatına uydurulabilir. SPK seçme hakkını düzenlerken somut ve mahkeme kararına dayanan sınırlamalar getirirken, seçilmişi alaşağı etmek bu kadar kolay olmamalı. Bu ortamda, Anayasa'dan başlayıp kanunları içine alan düzenlemeleri çıkaracak şekilde parlamentoyu çalıştırmanın zorluğunun farkındayız. Bunun da çaresi seçim 'sopası' olabilir. Sandık göz önünde bulunduğunda kendi grubunu yönetmek de, muhalefetle işbirliği geliştirmek de nispeten kolaylaşır.

Başbakan Erdoğan'ın B planı olduğu söylenen kapatmadan sonra 'çarıkları giyip Anadolu'ya çıkma' projesi beklenmeyen riskler barındırıyor. 22 Temmuz'da AK Parti'nin yelkenlerini mağduriyet rüzgârının şişirdiği tezi yanlış değil, fakat eksik. 27 Nisan bildirisini, 28 Nisan cevabından ayrı düşünmek yanıltır. Mağduriyet tek başına belirleyici olsa Necmettin Erbakan'ın doğal liderliğindeki Saadet Partisi yüzde 2,5'lerde sürünmezdi. Tabir yerindeyse AK Parti mağduriyetin yanına 'mağruriyeti' de ekleyerek seçmenin karşısına çıktı. Seçmen, tokat yediğinde öbür yanağını dönen siyasetçiden hoşlanmıyor. Sonunda dayağı yese de, onurunu korumuş vekillerine sahip çıkıyor. Erdoğan, halkın önüne çıktığında 'yeterince mücadele etmedi, üzerine düşeni yapmadı' eleştirilerini bertaraf etmekte zorlanabilir. Hâlihazırdaki sükuneti halka iyi izah etmeli. Savunma ile ilgili en güzel yazılardan birini ZAMAN'da yazan Doç. Dr. Mustafa Şentop'un şu tespitlerini önemli buluyorum: "Mademki dava sadece AK Parti'ye yönelik değil, millete ve onun temel değerlerine yöneliktir; o zaman milleti bu savunmanın ve stratejinin içine mümkün olduğu kadar dâhil etmek gerekir."

 
Kaynak: Zaman