Kürt sorunu söz konusu olduğunda tartışma konularından birisi de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi olarak ifade edilen adem-i merkeziyet ilkesi olur. Bu ilke, katılımcı demokrasinin temelidir ve kabaca şu ilkelere dayanır.
Karar süreçlerinin ölçeğe bağlanması; Alınacak kararların niteliğine göre, katılımda dar ya da geniş ölçek uygulanması,
Karar süreçlerinin artması ve derinleştirilmesi; Tüm sorun alanlarında ve konularda mümkün olduğu ölçüde yeni karar süreçleri oluşturmalı,
Katılımın arttırılması; Çoğalan karar süreçlerine katılımın arttırılması. Bunun için de; a) Bürokratik formalite ve engeller kaldırılmalı, b) Teknolojik alt yapı güçlendirilmeli, c) Gönüllülük ve katılım esaslarına dayanan sivil inisiyatifler, çalışma grupları, yurttaş girişimleri vs. sürece katılabilmeli,
Şeffaflık; Karar süreçlerinin ve sonuçlarının, açık, ulaşılabilir nitelikte şeffaf olmalı, gizlilik ortadan kaldırılmalı,
Denetim mekanizmalarının oluşturulması; İcraatların denetlenebilmesi ve gerekli değişikliklerin (geri çağırma, seçim yenileme vs.) yapılabilmesinin yolu açık tutulmalı.
ADI DEMOKRATİK, ZİHNİYETİ OTORİTER
Şimdi BDP-DTK-KCK-PKK hattından bu ilke referans gösterilerek meşrulaştırılmaya çalıştığı özerklik ve statü talebine bakalım. Kabul edilmesi gereken ilk nokta bu taleplerin bu ilkeyle ilgili olmadığıdır.
Adem-i merkeziyet ilkesi katılımcı demokrasinin temel bir ilkesi olarak sorunların yerelde çözülmesini hedefleyen bir doğrudan demokrasi uygulmasıdır. DTK'nın geçen yıl 14 Temmuz'da tek taraflı ilan ettiği "demokratik özerklik"in bu ilkeyle ilişkisi ne yazık ki yoktur. DTK'nın tek taraflı ilan ettiği demokratik özeklik, yereli güçlendirmek yani idari bir yapısal değişiklik değil tersine kendileri bağlamında hem bölgesel hem de kimliksel ayrımı temel alan bir yönetim yapısı kurmayı hedeliyor. Ve bu durumu da bir anlamda "statü" olarak tanımlıyorlar.
De fecto olarak ilan edilen bu durum, yerel yönetimlerin güçlendirilerek Kürt sorunun çözülmesi değil tersine "kendi istedikleri çözümü", demokratilik etiketi ile bölgedeki tüm Kürtlere dayatmaktan başka bir şey değildir. Bir anlamda mevcut merkezi yapının küçük bir model olarak hayata geçirilmesidir. Bu yönü ile demokrat değil otoriter bir zihniyete dayanmaktadır. Klasik demokrasinin yerini katılımcı demokrasiye bıraktığı bir dönemde "otoriter zihniyet"e dayanan modellerin yaşama şansı yoktur.
Burada kritik bir nokta devreye girmektedir. O da BDP-DTK-KCK-PKK çizgisi dışında kalan Kürtlerin geleceğinin ne olacağıdır. Çünkü adem-i merkeziyet tam da bu sorunun cevabının bulunmasıdır.
Geçen hafta açıklanan yeni strateji hükümetin "Güneydoğu'da ve diğer bölgelerde yaşayan Kürt vatandaşların, PKK ve KCK'nın baskısından kurtarılması" ve "Bu amaçla doğrudan halkın muhatap alınacağı ve sivil siyaset kanalıyla çözüm aranacağı" şeklinde iki madde bulunuyor. Bu hedeflerin gerçekleşmesinin tek yolu demokrasinin derinleştirilmesi ve Kürt sorununun hak ve özgürlükler yönünde alan genişletmesidir.
Fakat daha önemli sorun, bizatihi Kürtlerin de facto olarak var olan durum karşısında ne yapacaklarıdır. Bugün, AK Partili olmayan ve BDP-DTK-KCK-PKK çizgisi dışında kalan Kürtler artık tercih noktasına gelmiştir. Gelinen yer artık onların da siyasi aktör olarak sahneye çıkmaları ve risk almalarıdır. Bu süreçte hükümete düşen tek şey demokratikleşme yönünde adımlar atmaktır.