"Yargı hukukun yanında yer alması gerekirken, seçkinlerin yanında yer alıyor" diyen anayasa hukukçusu Serap Yazıcı'nın bu sözlerini dünkü Taraf gazetesinde Neşe Düzel'e verdiği röportajda okudum.
Şöyle diyordu Yazıcı: "Tek parti yönetimini kuran elitler, köylü milletin efendisidir dediler ama aslında köylü ve geleneksel kitleleri dışladılar. Türkiye 1950'den bu yana dışlanan kitlelerin yani çevrenin dönem dönem merkeze taşınma sürecine tanıklık ediyor. Ve çevre merkezde her güç kazandığında seçkinlerle halk arasında çok güçlü bir siyasi gerilim yaşanıyor."

Bugünkü değişim arzusu, hayata tutunma hevesi ve daha iyi bir yaşam kurma şevki zamanın kaçınılmaz dinamiklerinden biri. Gap suyunun ulaşmadığı en boz beldelerde de bu böyle. Örneğin taş yığınları arasında kendine bir medeniyet kurmaya çalışan insanların ucuzluktan iki penye tişört alma ihtiyacı veya kurak yaz günlerinde bir havuzda serinleme ihtiyacı bir karşılık bulmaya başlıyorsa: Buradaki sosyolojik verileri daha saf bir niyetle değerlendirmek gerekmez mi?

Şarkıda dendiği gibi, uzakta gidemediğimiz ama varlığını bildiğimiz bir köy vardı eskiden. Artık köylüler yakına geliyorsa ve okumak, yöneticilik yapmak istiyorsa: Onların vatandaşlık haklarını gasp ederek, garibanlıklarını ve bilgisizliklerini onlara hükmetmek için bir vesile kılarak, verdikleri oyları geçersiz ilan ederek daha ne kadar zulmedebilirsiniz onlara?

Bir şehirde üretim yapan yerli bir giyim firmasının o şehrin yeşil alanını, bisiklet yollarını inşa ettirmesi veya yine bir şehirde imalat yapan bir porselen firmasının o şehrin termal otel kompleksini yaptırması bölücülük mü getirir? Yahut bambaşka bir şehrin kendine yabancı bir fon bularak altyapısını yenilemesi hainlik midir?

Şehirler kendi burjuvazilerini oluşturmak istiyorlar. (Ardından kimileri kendi yerelliklerini evrensel kodlarla ifade etmeye başladılar, başlıyorlar.) Köyler artık çevre olarak değil, ilçeler olarak merkezden hizmet almak, rekabet etmek istiyorlar. Bir telkari ustası veya bir keçe ustası yurtdışından müşteri portföyünü oluşturabiliyor. Üstelik bu gelişme bir siyasi partinin iktidarıyla ivme kazanmış olsa bile, salt bununla açıklanabilecek bir gelişme değil. Küreselleşmenin henüz yabancısı olduğumuz -olumlu ve olumsuz- öyle çok boyutu var ki...

En azından: Taş yığınının ve kurak tepelerin ortasında en gelişmiş teknolojiyle bir havaalanı yapılıyorsa, insanların başka kültürleri merak etmeye ve başkaları tarafından keşfedilmeye dair yaklaşımlarını bir daha yorumlamamız gerekmez mi? Tüm bunları görmezden gelerek ve 'laiklik elden gidiyor' gibi düşmanlık üreten kalıpları her fırsatta sömürerek zamanın ruhunu kuşanabilir miyiz?

Bu ülkede yaşayan sıradan bir vatandaş bugünkü çatışmanın ruhunu çoktandır görüyor. Yargı yoluyla varılan 367 gibi bazı siyasi kararların dünyanın hakikatine, insanın evrensel değerlerine değemez hale geldiğinin farkında. Toplumun çeşitli katmanlarında bu farkındalık oluştukça, Menderes'i ipe gönderen yöntemlerle 'bağımsız yargılama'nın mümkün olmadığı giderek aşikar hale geliyor. Ne var ki, Yazıcı'nın dediği gibi bugün yargı kurumları anayasal yetkilerini bir kenara bırakıp kendi içlerindeki öfkeyi dile getirmeye başladılar.

"Bu çok derin bir öfke" diyen Yazıcı'nın yaklaşımını (ve bu tip her yaklaşımı) aşırı liberal bulanlar ise derhal kendi argümanlarını esaslı bir temele oturtmak için emperyalizmin emellerini bir gerekçe olarak kullanmaya kalkıyorlar.

Evet emperyalizmin özellikle Ortadoğu'da -ve tabii bizde- ne kadar kanlı işgal oyunları tezgahladığını görmemek mümkün değil. Ama emperyalist tahakkümle mücadele etmenin yöntemi: Devletin yaşama hiç değmeyen bol katkı maddeli kimi tanımlarını 'mutlak' kabul etmekle mümkün olabilir mi hiç? Asıl bu katıksız ulus devlet anlayışı değil mi bizi her fırsatta etnik göndermelerin, kökenlerin ayrımcılığına düşüren? Ve kendi elleriyle emperyalist söylemin kucağına itiveren? Ve dahası: Asıl bu güdümlü anlayış değil mi daima aynı elit zümreyi imtiyazlı sınıf olarak üreten?

 
Kaynak: Zaman