Geçtiğimiz Çarşamba Başkan Ömer El Beşir'in tevkif edilmesi talebiyle çıkan Uluslar arası Ceza Mahkemesinin kararı bağlamında dönen tartışma, uluslar arası adalet mefhumu ve ilkeleri etrafında yoğunlaşıyor. Kararı eleştirenler bu sözde adaletin ironilerine işaret ederken karara destek verenler adaletten kaçışı sona erdirmenin ve kurbanlara destek çıkmanın açık bir zaferi görerek kararı övdüler. Fakat belki de en önemli sonuç adaletten konuşmaktı.
Sudanlı, Müslüman ve Araplar olarak bizler açısından birinci görev, İslam'ı ve Sudan'ı ülkenin saygınlığını lekeleyen bu suçlamalardan beri olduğunu göstermektir. Darfur'da yaşanmış ve yaşananlara dair gerçeklerin eksiksiz şekilde ortaya çıkması gerekmekte. Bu ise Darfur'un ihtiyaç duyduğu barış ve istikrarı yeniden getirme çabalarının aleyhinde olmamalıdır.
Adaletin mi yoksa barışın mı öncelenmesi gerektiği etrafından soru yanıt verilmesi istenen en önemli bir sorulardan biri olarak yöneltilmektedir. Mahkeme adına konuşanların -daha önce de BM genel sekreteri ve başka yetkililer konuşmuştu- yanıtlarında barışın adalet olmadan gerçekleşmesinin mümkün olmayacağı tespiti yer aldı. Adalet kavramının göreceli olduğunu ifade etmekle birlikte bu görüş doğru. Şöyle ki geçmişin bazı karanlıkları aşılmazsa barış olmaz. Şayet Cezayirliler şehitlerinin intikamını almakta ısrar etseydi kendileri ile Fransa arasındaki savaş bin yıl sürerdi. Aynı şekilde Güney Afrika'daki zenciler sömürge ve ardından faşist ayrımcılık yıllarının karanlıklarına karşılık vermekte ısrar etseydi benzeri bir durum yaşanırdı. Dolayısıyla barışı gerçekleştirmek için ödünler vermek ve karşılıklı af etmek gereklidir.
Darfur'daki savaşın kurbanlarının çoğunluğu adil çözüm doğrultusunda ülkelerine güvenlik, ve barışı getirmek ile geleceği varsayılan adaleti bekleyerek sıkıntılarını ve acılarını belirsiz bir süreye uzatmak arasında bir tercih yaparlarsa misillemeye karşı acil barışı seçeceklerdir. Aklı selim de bunu gerektirir. Ne olursa olsun barışta acele etmek adaletle çelişmez.
Uzmanlık ve meşruluk etrafındaki tartışma adalet kavramını oluşturmaktadır. Tutuklama talebine itiraz eden ülkeler, mahkeme sisteminin hali hazırdaki şekliyle ülkelerin egemenlik ve aralarındaki eşitlik ilkesine dayanan Birleşmiş Milletler sistemine darbe teşkil ettiğini görüşünde haklıdırlar. Zira ülkeler dışarıdan bir gücün otoritesine boyun eğdirilmektedir. Bu ise Roma sistemimi imzalayan ülkeler için dahi kabul edilmemektedir.
Ortada doğal olarak her hangi bir devleti dış bir vesayet altına koyma yönünde büyük bir paradoks vardır. Mesela Irak'taki işgal güçleri sorumlu olmadıkları gerekçesiyle kendi vatandaşları dışındaki ölüleri saymayı dahi reddetmektedir. Aynı bağlamda mahkeme adına konuşan birçok isimden benzeri açıklamalar duymuştum. Kendilerine bu kararlarının barış girişimi ve gerginliğin artması ve savaşın sürmesi neticesinde zarar gören Sudanlı vatandaşlar üzerindeki sonuçları sorulduğunda 'bu bizi ilgilendirmez. Çükü bizler barış müzakerecisi değiliz ve göreviniz sadece hukuki olup önümüze getirilen şikayetleri ele almakla sınırlıdır' şeklinde yanıt veriyorlar.
Bütün bunlar bizi adalet konusunda ve gereklerinden muaf tutamaz. Sayıları ne olursa olsun kurbanların kendilerine yapılan haksızlıkları dikkate almaları hakları. Barış görüşmelerinin hedeflerinden biri de bütün şikayet ve haksızlıklar etrafında ortak bir soruşturma için formüle ulaşmak ve ardından barış ve uzlaşını sağlanması için her hak sahibine hakkını vermektir. Böylelikle adalet ve barış engellenmesin.
Hiç kimse sonucu ülkenin yıkımı olacak bir eğilimden istifade edemez. Hakkı istemedeki aşırılık yıkıma kapı açabilir. O halde öncelik Sudan'ı ve topraklarının selametini korumaktır. Çünkü Sudan'ın parçalanması herkese zarar verecektir. Herkes işler tersine dönmeden acil barış için çalışmakta acele etmelidir. Darfur'un ve Sudan halkının bir yirmi yıl daha bekleme gücü yoktur.
Dr. ABDULVEHHAB ELEFENDİ / (Londra'da Arapça yayımlanan El Kuds El Arabi gazetesi 6 Mart 2009)
Kaynak: Zaman