Uluslararası meselelerde tereddüt ille de kötü bir şey değildir. Eğer ABD Başkanı Barack Obama Afganistan'a asker takviyesini ertelemekte haklıysa, AB liderlerinin yeni başkan ve yüksek temsilci makamları konusunda karar vermek için bu kadar çok zaman harcayarak hepimize faydalı bir iş yaptıkları da pekâla savunulabilir.
Elbette ev sahibi İsveç'in bu haftaki toplantıda istediği şey bu değil. Dünya liderleri nihai bildirinin görüşmelerden önce hazır olduğu temiz kararları tercih eder. Fakat kesinlik ve kararlılığın hükmü geçersiz kılabildiği zamanlar da olur ve Avrupa'nın başkan tercihi bunlardan biri.
Avrupa Parlamentosu seçmeliydi
Bu tartışma hiç olmazsa isimlerini listeye yazdıran çok geniş bir aday çeşitliliği üretiyor. Doğru, telaffuz edilen isimlerin çoğu takım elbiseli kodamanlar cephesinde görünüyor, bununla birlikte Britanya basınının bunlara yokmuş muamelesi yapması bilgiye dayalı değerlendirmeden ziyade Londra'nın giderek artan dar kafalılığını yansıtıyor.
Fakat mesele şu ki, siyasetin ancak bir spor müsabakası muamelesi gördüğü zaman canlandığı bir dönemde, Avrupa nihayet bir tür rekabet üzerinden tercihini yapacağı bir yarışmacı listesine sahip. Ancak bu, mevkiler tartışılırken sergilenen utanç verici üslubun ve nihai kararın Avrupa liderlerince kapalı kapılar ardında alınacak olmasının mazereti değil. Hepsi Lizbon Anlaşması'nın AB'ye daha fazla açıklık, demokratik sorumluluk ve modernlik getiren yeni bir döneme kapı açacağını ilan etmişti. Fakat anlaşmanın onaylandığı daha ilk andan bu yana Avrupalı liderler bu ilkelerin topunu ayaklar altına almayı becerdi.
Adayların ne şekilde belirlendiği konusunda en ufak şeffaflık yok. Seçim bir grup lider tarafından kapalı kapılar ardındaki at pazarlığıyla yapılıyor. 21. asra adım atmak, bu kararın temsil edeceği en son şey.
Bu sadece AB içindeki mevkiler için geçerli değil. Burada mikrokozmos halinde gördüğümüz tarz, BM Genel Sekreteri veya Dünya Bankası, IMF ve diğer uluslararası kurumların başkanları seçilirken tanık olduğumuz işleri
yürütme yöntemiyle tıpatıp aynı.
Bu durum küresel sahnede giderek daha az kabul edilebilir hale geliyor ve Avrupa'da da çoktan göz yumulamaz kılınmalıydı. Eğer AB Lizbon'un vaat ettiklerini gerçeğe dönüştürmeyi samimiyetle isteseydi, adayları gözden geçirip onlarla mülakat yapma işini Avrupa Parlamentosu'na vermesi gerekirdi. Böylece, liderlerin içinden seçim yapacağı bir son liste oluşturmadan önce adayların nitelikleri bilinebilirdi. Demokrasiye yönelik hakiki bir adım da işte böyle atılmış olurdu.
AB'nin mevcut durumundaki sorun, her iki rol için de bir iş tanımının potansiyel bir felakete yol açabilecek yokluğu sebebiyle daha da vahim hale geliyor. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibi bazıları tercihin, eski Britanya başbakanı Tony Blair gibi kamuoyunda iyi tanınan ve dolayısıyla Avrupa'yı dünyada temsil edebilecek bir 'ağır top'la, Belçikalı Van Rompuy gibi toplantıları organize edebilecek ihtiyatlı bir başkan arasında olacağını idida ediyor.
Fakat bu, tam da 'Avrupa'yı dünyada temsil etmenin' ne anlama geldiği ve bunun yüksek temsilcilik göreviyle nasıl bir alakası olacağı sorularını cevapsız bırakıyor. Keza, bütün esaslı politika meselelerinde, bilhassa da dış politikada bu kadar anlaşmazlık varken, bu iki makamın bir bütün olarak AB'yi nasıl etkin biçimde temsil edeceği sorusunu da.
Bütün bu pandomimi, içi boş mevkiler üzerinde koparılan lüzumsuz fırtına diye görmezden gelmek fazlasıyla kolay. Pekâlâ öyle de olabilir. Fakat Lizbon Anlaşması uyarınca yapılacak bu atamalarla ilgili mesele şuydu: Bunların AB'ye bir ortak amaç duygusu katacağı söyleniyordu. En azından şu an için ortada temsil edilecek bir ortak amaç duygusu falan yok.
Olsa olsa aidiyet duygusu güçlenir
Fakat bu görevler her şeye rağmen, sakinlerinin büyük kısmı için yabancı bir kurum haline gelen birliği insani bir surete kavuşturmaya çalışarak dışta değil, içte faydalı bir siyasi amaca hizmet edebilir. Ortalıkta dolaşan kamuoyu yoklamalarının herhangi birini ele alın, sonuçlar hep aynı: Avrupa vatandaşları AB'nin gerekliliğine belki inanıyor belki inanmıyor, fakat çok azı bu birliğin 'kendilerine ait' olduğunu düşünüyor.
Başkan ve yüksek temsilcinin doğru seçilmesi ortak bir odak noktası sağlayabilir. Mevcut adaylardan biri böyle bir nokta olabilir mi? Blair olamaz, çünkü fazla tartışmalı. Fakat Letonya'nın enerjik eski devlet başkanı Vaira Vike-Freiburg'la dümene bir kadın geçebilir; eski İsveç Başbakanı Carl Bildt de yüksek temsilcilik için bütün doğru niteliklere sahip bir isimdir. Hayır, onların seçilmesi üzerine iddiaya girmiş falan değilim, hele kararların nasıl alındığı düşünülürse. (19 Kasım 2009)
Kaynak: Radikal