Bence Abdullah Gül’ün Ak Parti ile başlayan yeni siyaset çizgisinde en belirgin vasfı, empatidir. Sayın Gül’ün birçok bakımdan asla sayın Sezer gibi bir cumhurbaşkanı olmayacağı açıktır.
Genç Türkiye için, herhalde Çankaya’da oturup bekleyen bir sima değil, ülkesinde ve dünyada kuracağı temaslarla pozitif enerji üreten bir insan aranacaktır. Gül’ün Cumhurbaşkanlığının, genç kuşaklar için pozitif bir ışık olacağında kuşku yoktur. Abdullah Gül ile Türkiye, “Yeni nesil Cumhurbaşkanı” modeline kavuşmuş oluyor.
Aksiyon’da taa işin başında yazdığım “Şövalyelik” başlıklı yazıda Abdullah Gül için şu notu düşmüşüm:
“Gül, hem düşük profil değil, hem iç-dış saygınlığa sahip, hem dış ilişkilerde faal, hem müzakereci dili sebebiyle daha az tepki uyandıracak, hem de hükümete farklı düşünceleri en iyi, en komplekssiz taşıyabilecek bir isim.”
Bu tespit Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı için gerçekten anahtar bir nitelik taşıyabilir. Bugün burada yukarıdaki tespite zemin olmak üzere bir Abdullah Gül profili çizmeye çalışacağım.
Bence Abdullah Gül, içinden geldiği siyasi çizgide özeleştirisini en derin yapan insandır. Burada da belki üzerinde en çok yoğunlaşılan husus, “Sözlerimiz, davranışlarımız ve onlara yön veren politikalarımız kim için ne anlam ifade ediyor?” sorusudur. Buradan çıkan sonuç da, “empati” zaruretidir.
Abdullah Gül, adaylığını açıkladığı basın toplantısında işte onun, “Empati yapacağım” sözünün altını çizmiştir. Empati, kendisini başkasının yerine koymak demektir. Ve bence Abdullah Gül’ün Ak Parti ile başlayan yeni siyaset çizgisinde en belirgin vasfı budur.
Bu vasfın bir insan kişiliğinde belirleyici olması, onu, her zaman dengeli bir ilişki zemininde tutar. Çünkü tüm nabızları dikkate alma gereği duyulur.
Abdullah Gül, yola empati zarureti ile çıkmış, öyle sanıyorum ki, Başbakan, Dışişleri Bakanı, Başbakan Yardımcılığı yaptığı, partinin ikinci adamı rolünde bulunduğu geçtiğimiz 4,5 yılda hem bunun çok faydasını görmüş, hem de bu noktadaki kişilik tercihi pekişmiştir.
Dışişleri Bakanlığı Abdullah Gül’e, dünyada nasıl bir kuvvet mücadelesi yaşandığını, yapılabilir olanlarla yapılamayacak olanları, hayal ile gerçeği, mücadele ile uzlaşma arasındaki ince çizgileri, gel-gitleri, küsmemeyi, kopmamayı, diyalogu kesmemeyi, geri çekilmeyi, tavır koymayı, gerilimi, uzlaşmayı, esnekliği, direnmeyi, tutarlılığı, sorgulanmayı, sorgulanma karşısında cevap vermeyi, yani diplomasi dünyasının inceliklerini öğretmiştir. Bu, Milli Görüş çizgisinden farklı bir yola çıkarken yaptığı değerlendirmeye paralel bir şeydir ama, ondaki yeni kişilik profilini derinleştirmiştir.
Bu, benim gözlemlediğim kadarıyla asla manevi değerler bakımından bir kişilik dönüşümü değildir.
Bildiğim Abdullah Gül, kendi içinde bu konuyu çözmüştür.
Yani kişisel dünyasında derinlemesine manevi ilkelere bağlı, buna müdahaleyi kabul etmeyen, ama ikinci üçüncü alanda, yani paylaşılan zeminlerde özgürlük öncelikli birbirine saygı atmosferi... Sanırım laikliği de böyle algılıyor ve böyle algılanması halinde ne kişilerin devlet müdahalesi ile inanç özgürlüğü problemi yaşamasına, ne de çoğunluğun baskısı ile toplumun azlık kesimlerinde baskı ortamı oluşmasına imkan verilmeyeceğini düşünüyor.
Abdullah Gül, mesela bir Tayyip Erdoğan değildir.
Abdullah Gül mesela bir Bülent Arınç da değildir.
Aralarındaki fark, bir artı eksi niteliğinde de algılanmamalıdır.
Farklı özellikleri olan üç insandır bunlar. Belki bugüne kadar birbirlerini bu anlamda hem dengelemiş, hem de bütünlemişlerdir.
Abdullah Gül’ün müzakerecilik vasfı, mesela kitlelerin sevk ve idaresi anlamına liderlik konusunda zaman zaman zaafa yol açabilir. Tayyip Erdoğan’da da müzakerecilik vardır; ama, kimi zaman kararlılık öne çıkar ve o Tayyip Erdoğan’ı daha lider yapar. Bülent Arınç ise, belki kitleleri sevk ve idaresi sınırlı, müzakereciliği sınırlı, güzel konuşmasına rağmen konuşması zaman zaman “kontrolsüz güç” halinde algılanabilen, ama, pusulasını hiçbir zaman kaybetmeme özelliği ile, bir tür kılavuz kaptan niteliği kazanır.
Abdullah Gül’ün kişilik oluşumunda kökleriyle sürdürdüğü bağlantı büyük önem taşıyor. Gül kökleriyle iletişimini canlı biçimde sürdüren bir insan. Babası, anası, kardeşleri ve Kayseri halkı... Genç yaşta siyasetin içinde yer alıp, halkla teması diri kalan bir siyasetçi o. Bu, ister istemez ayaklarınızın hep halk içinde olmasını gerektirir. Bu da, başınızın büyümesine imkan vermez. Kibir sahibi olamazsınız. Babanız, ananız, Kayseri’nin zemini, sizin uçmanıza imkan vermez. Bayramda el öpeceksiniz, esnafla oturup çay içeceksiniz, şehrin meczupları sizi kucakladığında asla yüzünüzü buruşturmayacaksınız, kapınız hep açık olacak... Bunlar bir siyasetçide nasıl bir karakter oluşturursa Abdullah Gül o olmuştur.
Belki burada, yine Kayseri’nin, ticaret şehri hüviyeti de önemli bir katkı sağlamıştır.
“Gülmesini bilmeyen dükkan açmasın” sözü herhalde bir Kayseriliyi anlatacak en önemli sözdür. Abdullah Gül’ün yüzündeki-gözündeki gülümseme neden kaybolmuyor? Ya da baba Gül’ün yüzündeki mütebessim sekinet neyin işaretidir?
Abdullah Gül’ün şu andaki siyasi kişiliğinin oluşumunda önemli bir husus, uzunca bir süredir, ama daha net biçimde son 4,5 yıl içinde İslam dünyası üzerine yaptığı gözlemler ve değerlendirmelerdir. Diyelim Refahyol döneminde, Kaddafi’nin çadırındaki olayın, Abdullah Gül’de uyandırdığı duygular kalıcı bir perspektifin parçaları olmayacak mıdır? Aynı şekilde, D-8 projesinin, vizyon olarak önemi yanında, gerçekleştirilebilme noktasındaki problemi yakından gören bir insan olarak onda farklı bir dünya değerlendirmesine imkan vermemiş midir?
Kaldı ki bu süreç, bu coğrafyanın Büyük Ortadoğu Projesi gibi küresel projelerin uygulama alanı haline geldiği ve Türkiye’nin de önemli roller üstlenmeye itildiği bir süreçtir. Belli ki sayın Gül bu süreçte, İslam coğrafyasının hem derin zaafını, hem potansiyel gücünü, hem de ona karşı projeleri görme imkânına kavuşmuştur. Eminim ki, büyük acılar yaşadığı zamanlar olmuştur. Sanırım Gül’ün, İslam ülkeleri platformlarında sık sık seslendirdiği mesaj, hem bir acının hem bir ümidin sesi olmuştur. Eminim ki, böyle bir ortamda büyük, gelişmiş bir Türkiye’nin ifa edeceği misyonların derin hasretini duymuştur. Eminim ki Türkiye’nin hayati önemini görmüştür. Bana göre Türkiye, Abdullah Gül için, asla ayağı sürçmemesi gereken, asla maceraya itilmemesi gereken çok önemli bir ülkedir. Bir ara “Biz, ülkemize ana gibi bakıyoruz” ifadesini kullanmıştı. Bu önemli bir hassasiyet.
Abdullah Gül’ün dünyasında herhalde bir İslam ülkesi olarak Avrupa ile, Amerika ile, İsrail’le ilişkiler de hem Türkiye’nin büyük misyonu adına, hem de farklı bir dengeler dünyasında yaşanması adına önemli notlar bırakmıştır. “Türkiye kendi iç dinamikleriyle demokratikleşemiyor” yargısı ona aitti ve bu yaklaşım ona, dünya ile ilişkilerin önemini empoze etmiştir. Yani iç dengeler kadar dış dengeleri de dikkate alma gereği bulunan bir ülke değerlendirmesi sanırım Gül’ün siyaset dünyasında önemli bir nottur.
Bir de Cumhurbaşkanı Sezer’in sergilediği üslubun Gül’deki yansımalarından söz edilebilir. Sayın Gül’ün birçok bakımdan asla sayın Sezer gibi bir cumhurbaşkanı olmayacağı açıktır. İçerde toplumdan kopuk, devlet çizgisini topluma empoze etmekle hatta dayatmakla öne çıkan, toplum duyarlılıklarını gözardı eden ve katı şablonlar içinde yürüyen bir profil... Dışarda ise Cumhurbaşkanlığı adına hemen hiçbir atılıma imza atmamış bir çizgi...
Abdullah Gül, devlet-toplum ilişkisinde öteden beri bir sancılı alan bulunduğunu bilerek, bunun Türkiye’nin enerjisini tükettiğini görerek geliyor. Bunun çok hassas bir alan olduğunu da bilen bir insan olduğunu düşünüyorum. Halkla ilişkisi derin, hep biraz farklı kategoride durdukları düşünülen Dışişleri bürokrasisi ile sağlıklı ilişki kurabilmiş, devletin mahrem dünyasında yer almış bir insan, Cumhurbaşkanlığı gibi bir makamda, nasıl bir denge insanı olmak gerektiğini düşünecektir, ki sayın Gül’ün kişilik profili belki de buna en müsait renkleri taşır. Bu denge profili, belki de Türkiye’nin sancılı alanlarının tedavisinde etkili bir rol ifa edecektir. Denir ki, Türkiye, son 4,5 yılda gerçekleştirdiği dış politika hamleleri ile, bölgede hemen her ülke ile iletişim sağlayabilme ayrıcalığına kavuşmuştur. Bunda, danışmanların ve Dışişleri bürokrasisinin hakkı yenmemek kaydıyla, sayın Gül’ün kişiliğinin etkisi büyüktür. Sayın Gül, aynı iletişimi halk-iktidar-sivil asker bürokrasi-yargı arasında da kurarsa bundan Türkiye kazanacaktır.
Abdullah Gül genç bir insan. Cumhurbaşkanlığı için bu yaşların erken yaşlar olduğu düşünülebilirse de, ilk gençlik çağlarından beri Türkiye üzerinde düşünen, bunun için siyasetin zorlu yoluna giren ve hala gençlik enerjisini kaybetmemiş bir insan, nüfus yapısı itibariyle genç bir ülkede Cumhurbaşkanlığı makamına akil bir derinlik taşıyabilir. Bunun Türkiye için önemli bir kazanç olacağı kesindir. Nüfusunun yüzde 50’si 20 yaşın altında bir ülke için, herhalde Çankaya’da oturup bekleyen bir sima değil, ülkesinde ve dünyada kuracağı temaslarla pozitif enerji üreten bir insan aranacaktır. Gül’ün Cumhurbaşkanlığının, genç kuşaklar için pozitif bir ışık olacağında kuşku yoktur.
Son olarak Abdullah Gül ile Türkiye, “Yeni nesil Cumhurbaşkanı” modeline kavuşmuş oluyor. Bu da iyi bir şey. Abdullah Gül, kendisi ile ilgili rezervleri izale etmek için adaylığını açıkladığı andan itibaren ciddi bir çabanın içinde olacağını gösteriyor. Bize bu çabanın karşılığını bulmasını dilemekten başka şey kalmıyor.
Yazarımızın bu yazısı Aksiyon dergisinden alıntılanmıştır.